Bismillahirrahmanirrahim,
Muhterem meslektaşlarım, değerli ilim
adamları, muhterem misafirler, sevgili talebe kardeşlerim. Bu salonda
çok faideli, heyecanlandırıcı, düşündürücü, arayıcı, çözümler getirici
konuşmalar ve tebliğler sunuldu. Ben de bu tebliğler üzerine bir
değerlendirme yapmak üzere huzurunuza geliyorum. Benim rastladığım bu
tip toplantıların sonundaki değerlendirmelerde, şu usûllerin takip
edildiğini gördüm.
1. Değerlendirmeci bütün konuşmaların,
tebliğlerin ana hatlarını tesbit ediyor, bir konuşma yapıyor. Bu pek
suya sabuna dokunmayan bir değerlendirme.
2. Konuşmaların ana
hatlarını ele alarak bunlara katıldığı ve katılmadığı noktaları dile
getirerek, bir nevi tenkid ederek değerlendirme yapıyor.
3. Bütün bu
konuşmalarda söylenen ve söylenmeyenler gözönüne alınarak değerlendirme
yapacak şahısta bu ilmî toplantının bıraktığı intibâlar ve dikkatini
çeken noktalar ortaya konuyor. Konu hakkında bir genel konuşma
yapılıyor. Ben iki türlü plân yaptım. Birincisi bu toplantının bende
bıraktığı izlerden ve intibâlardan hareketle konu hakkında bir genel
konuşma, ikincisi yapılan konuşmalardan çıkardığım cümlelerin
incelenmesi ve bu güzel şeylerden istifâde etmek. Ancak vaktimizin buna
müsait olacağını pek sanmıyorum. Bazı fikirleri değerlendirmek, ilmî
mânâda, tarafsız olarak onlara katılıp katılmadığımızı söylemek imkânı
bulabilirdik; eğer vakit olsaydı.
Evvelâ bu toplantının toplantı
açısından bir genel değerlendirmesini yapmak istiyorum. Elbette ki
sevgili Çakan'ın sözlerine başlarken söylediği gibi bu tip biraraya
gelişler, müzakereler, konuşmalar ne olursa olsun faydalıdır. Buna
faydasız nazarıyla bakmak mümkün değildir. Fakat biz öyle bir konu
üzerinde bunu yapıyoruz ki bence bu konu, toplumumuzun en hayatî
meselesidir. Yani din eğitimi ve bunun kurumları, bu kurumların
problemleri, bu kurumlara ve bu meseleye halkın bakışı, bu ülkenin
sahiplerinin bakışı. Ve onların mukadderâtına, haklı ya da haksız olarak
el koyanların bakışı ve bu bakışlar arasındaki farklılık. Görünen ya da
görünmeyen mücadele. Yakında tahakkuk edeceğini umduğumuz ve yakından
takip ettiğimiz bazı gelişmeler. Bunların belki muhtemelen menfî olan
tarafları. Bunlarla ilgili toplantılara karşı bizim tavrımız, alınan
tedbirler, gereken yerlere, efkâr-ı umûmiyeye mesajı en canlı, en güçlü
bir şekilde vermelidir. İşte bu ehemmiyet nazarı dikkate alındığında ne
mekân, ne de efkâr-ı umumiyyeye intikâl vasıtaları, araçları ve
gereçleri ile göz dolduran, doyuran, tatmin eden bir toplantı
gerçekleştirilemedi. Tabiî ben bunun mazeretlerini istemiyorum. Herhangi
bir kimseden müdafaâ da istemiyorum. Bizim burada iki gündür
görüştüğümüz meseleye nazaran binde bir ehemmiyet arz eden bir
toplantıya gelen televizyonu, gazeteciyi, devlet ricalini, dinleyiciyi
gözönüne alınız, bir de bunun kamuoyuna yansımasını gözönüne alınız, o
zaman bana hak vereceksiniz. O hâlde bu şanına lâyık bir toplantı
olamadı. Hem zemin itibarıyla hem de kamuoyuna açılma vasıtaları
itibarıyla. Bu bakımdan üzgünüm fakat bunu bir antrenman sayıyorum. Bunu
mutlaka tekrarlamalıyız. Tebliğlerin hepsi değerli tabiî, fakat
bazıları daha çok değerli, bunlar burada kalıyor. "Efendim
kitaplaşacak". Yeterli değil. Sizin kitaplarınızı vefâkârlar okur. Yani
eski ve yeni İmam-Hatipliler, fakat bu kitabın başka çevreler tarafından
okunması gerekir. Okumayanların kulaklarına başka yollardan girmek
lâzım. Ben bir Efgânî aşığı değilim, fakat aklıma ondan bir misal
geldiği için bir hatırasını anlatacağım. Müslümanlar Hindistan'da ona
İngiliz zulmünden dert yanmışlar. Demiş ki, "Sizin kocakarılar gibi
ağlayıp inlemeye hakkınız yok. Siz eğer insan değil de sinek olsaydınız
ve yeteri kadarınız bir bir İngilizlerin kulağına girip vızıldasaydı,
İngilizler buradan çoktan çıkmıştı. Siz insansınız. Bir sineğe nisbetle
bir insan neler yapabilir! Onları yapmıyorsunuz, gelip bana
ağlıyorsunuz!" Dâvayı dünyaya duyurmak lâzım; kulağa girmek lâzım. Bunun
için de bu toplantıyı tekrarlamak lazım. Bizim insanımızı kendi
kültürüne yabancılaştırmayı vazife edinmiş olan kişiler açık ve kapalı
kapılar ardında toplanmaktadırlar. Sadece kapalı değil, artık açık
olarak da toplanıyorlar. Korkmuyorlar. Bunlara o kadar cesaret verdiler
ki, bizden çekinmiyorlar. "İktidara geldiğinizde İmam-Hatiplere ne
yapacaksınız anlatın bakalım. Şunları şunları yapamayacaksanız biz
şimdiden başka sahipler aramaya başlayalım." Böyle diyen, böyle
düşünenler var, ama sayıları yeterli, yönetimleri amaca uygun değil.
Tabiî bu yalnız İmam-Hatipler konusunda olmasa gerek. Biz hep fırsatı
kaçırırız. Artık bu huyumuzu terketmenin zamanı geldi.
Tabiî burada
konuşan ilim adamlarına bir diyeceğimiz yok, fakat bununla birlikte bir
dinleyici olarak hakkımı müdafâa etmeliyim. Meclis emanettir. Kürsü de
emanettir. Burada konuşan biri kendisine tayin edilmiş süre kadar
konuşur. Ondan sonra bir kelime fazla söylemek için hazirundan izin
alması gerekir. Kendisi de izin alamaz, çünkü burada bir başkan vardır.
Ben bunu bir dinleyici olarak söylüyorum. Bu toplantılar tertip
edilirken daha az konuda, daha az insana tebliğ verilebilir. 10 tebliğ
değil de bir günde 4 tebliğ verirsiniz. Tebliğlerin süresini arttırmış
olursunuz. Bazı arkadaşlarımızın söyleyemediği kısımlar söylediklerinden
daha önemli. Böylece insan merâmını daha kolay dile getirir, ilgililer
de tenkit imkânı bulurlar.
Şimdi bu toplantıdaki tebliğler ile
ilgili bir genel değerlendirme yapmaya çalışacağım. Burada din eğitimi
ve öğretimini ele alacağım. Din eğitimi de örgün ve yaygın ayrımına
tâbîdir. Örgün din eğitimine baktığımız zaman en büyük problemin din
eğitimine uygun çerçeve bulma güçlüğü olduğunu görüyoruz. Burada konuşma
yapan uzmanlar dediler ki, "Başarılı bir eğitim, ancak ona uygun bir
çevre ve çerçeve varsa mümkün olur. Yoksa başarısız olur." Ve bunun
delillerini sıraladılar. Ne Türkiye Cumhuriyeti, ne diğer İslam
ülkeleri, ne de Batıda bizim insanımızın bulunduğu ülkeler, ideal bir
din eğitimi yapmak ve örnek bir İslam insanı yetiştirmek için uygun
çevreyi ve çerçeveyi vermiyor. Böyle bir çevre ve çerçeve mevcut değil.
Bir kere bunu kabûl etmeliyiz. Bunun oluşması da böyle ikincil
tedbirlerle olmaz. Elbette ki insan, her imkân içinde, her şart içinde
elinden geleni yapar. Ben arkadaşların tebliğlerinden, "mevcut şartlarda
şunlar yapılabilir" mânâsını anlıyorum. O bakımdan başım gözüm üstünde
yerleri var. Ama mevcut şartları değiştirmek de lâzım. Biraz da ondan
bahsetmek gerek. Çünkü bütün bunları yapmamıza rağmen eğer mevcut
şartları değiştirmezsek biraz evvel bahsettiğim İslam insanına hayat
veremeyiz. Yapsak yapsak hastayı biraz daha yaşatırız. Bizim alacağımız
bu tedbirler ancak bunu sağlar. Misal vermek istiyorum. Bugünkü eğitim
sistemi ve uygulaması içinde ilkokul, orta, lisede din eğitimi değil,
öğretimi var. Din eğitimi diye bir şey yok. Bizde örgün din eğitimi diye
bir şey yok. Benim anladığıma göre bizim okullarımızda verilen din
öğretimidir. Zaten bir kere dersin adı Din Kültürü ve Ahlâk. Bu isim
bile birçok münâkaşa sonucu bu noktaya gelmiştir. Evvelâ bir kere isme
itirâz etmek lâzım. Uygulamacılar bizden fikir ve yönlendirme
bekliyorlar. Biz toplumun içinde bulunduğu erozyonu ve onu bekleyen
tehlikeleri en bilimsel en gerçekçi şekilde tesbit edip onlardan
kurtulmanın çıkış yollarını herkese, her mesâi grubuna ulaştırmakla
mükellefiz. Öyle "ben bilim adamıyım, benim işim ilâhiyatçılıktır" diye
odamıza kapanıp masamızın başında, kitapları okuyup yazarak günümüzü
geçiremeyiz. Yazdığımız kitap ertesi gün eskir. Ne demektir toplumu din
yönünden aydınlatmak? Başka yönden kim aydınlatacak toplumu? Aydınlık
bir bütündür. Toplumun, insanın dînin dışında kalan bir yönü olmaz.
Tabiî burada insanı bir robot kabûl edip bütün harekat ve sekerâtını
belli kalıplara ve nasslara bağlamayı kasdetmiyoruz. Fakat ne olursa
olsun din dışı kalamaz. Meselâ mubah, insanların serbest bulunduğu
sâhalar. İşte o serbest sâhayı tesbit eder, orada istediğiniz gibi
hareket edersiniz, fakat kim diyecek ki bu sâha serbesttir? Müslüman,
mümin iseniz size o sâhanın serbest olduğunu söylecek olan yine dindir.
Böyle düşünürseniz mubah dahil, dînin dışında bir şey kalmaz. Meselâ
teknik, teknoloji. "Alınız ilmini Garbın, alınız san'atını -veriniz bir
de mesâinizin son sür'atini," bunu Efgânî başlattı, Abduh başlattı. M.
Akif merhum da onları takip ederek böyle dedi. Ancak sosyolojik,
psikolojik, antropolojik ve pedagojik araştırmalar bize gösterdi ki,
bilim ile kültürü ve zenaât ile kültürü birbirinden ayırmak mümkün
değildir. Kim demiş kültür ile bilimin, ilmin, fennin alâkası yoktur.
Onlar birbirini etkilemez?! İşte bu gerçek gözönüne alınmalı ve din
öğretimi, eğitimi ile birlikte uygun çevre ve çerçevede yapılmalı,
öğrenci çelişkiler içinde bırakılmamalıdır.
Burada bir parantez
açarak bir tebliğde temas edildiği için eğitim ve öğretimde cezâ
konusuna gelmek ve eğitimcilere bir soru sormak istiyorum: Acaba çağın
getirdiği şartlar ve zorlamalar karşısında mı biz cezâ konusunda bu
kadar hassaslaştık? Bu acabanın da sebeplerini şöyle sıralıyorum. Hiçbir
kimse kulu Allah'tan, ümmeti Peygamberden (s.a.v.) daha fazla sevemez.
Hadîse göre, Allah'ın sonsuz rahmetinin bir cüz'ü mahlûkata taksim
edilmiş ve bunun sonucu o ağzına gem, sırtına eğer vurulmayan, yanına
kimseyi yaklaştırmayan kısrak, yavrusu yanına geldiği zaman emzirmek
için ayağını kaldırır ve ona bir zarar vermemek için titrer olmuştur.
Bunu bize sünnetimiz söylüyor. Şimdi insanın Allah'tan daha merhametli
olması mümkün mü? Allah isyan edenlere ceza veriyor. Soru soruyorum.
İddia etmiyorum. Allah bizden istediklerini yapmasak bize cezâ veriyor.
Üstelik hem dünyada, hem de âhirette. Bunların arasında dayak da var.
Böyle olunca siz eğitimciler cezâya niye böyle bakıyorsunuz? Tabiî
ecdadımızın yaşadığı çağları çirkinleştirerek tasvir eden, bugünkü
nesilleri ondan nefret ettirmek isteyenler bir yere medrese resmi
yapmışlarsa orada mutlaka çatık kaşlı bir hoca, elinde bir sopa,
kılıksız kıyafetsiz bir herif ve bir falaka vardır. Tabiî biz böyle bir
eğitimden yana değiliz ve gerçeğin de böyle olmadığını söylüyoruz. Bütün
Osmanlı medreseleri bu muydu? Osmanlı medresesinin o mübarek, eli
öpülesi hocaları; büyükleri, velileri, sanatkârları, erenleri,
Fatih'leri yetiştiren hocaları nerede? Medresede eğitimi korku ve dayak
üstüne bina edilmiş gösteriyorlar. Bizim halkımız da dayak cennetten
çıkma demiş, nereden demişse! Öyle bir şey yok. Ben dayağın cennetten
çıkmadığına inanıyorum. Orada da yok zaten. Dayak cehennemden çıkmıştır.
Ancak eğitimcilerimiz cezâ konusuna eğilirken, bir müslüman bilim adamı
olarak eğilsinler. Ben diyorum ki, eğitim dalı, psikoloji dalı tabiî ve
matematik bilimler gibi müsbet ilim değildir. Oralarda, bu dallarda
birtakım gözlem ve deneylere dayalı genellemeler yapılmıştır.
Değişebilir. Değişmeye açıktır. Bugün ilim adamları fizikte, kimyada
kesinliğin olmadığını söylüyorlar. Acaba matematiğin hangi şubesinde
kesinlik vardır? Bu konuşuluyor. Fizik kimya değil. Birisi bir nazariye
öne sürmüş, bir tecrübe yapmış; Kur'ân nassı ile çatışınca "bu Kur'ân
nassında bir şey var" deniyor. Kur'ân nassında bir şey olur da
Amerikalı'nın nassında bir şey olamaz mı? Ben eğitimcilere diyorum ki,
Amerikalının nassını da eleştirin. Eleştirel yaklaşın. Bizim bazı
eğitimcilerimiz, Kur'ân ve sünnet naslarına, daha cesaretle, eleştirel
yaklaşıyorlar da ilmî kesinlik taşımayan beşerî nasslara eleştirel
yaklaşamıyorlar. Ne beklediğimi söylüyorum. Sorumu da tekrarlıyorum:
Eğitim cezâsız mı olacak? Ve hakikaten dayak olmaz mı? Öyleyse İslâm
dayağı, hem cezâ hem de eğitim aracı olarak kullanmak ile hata mı
etmiştir? Yoksa dayağın bir eğitim aracı olarak kullanılmasının özel
çağları mı vardı, uygun çevresi mi vardı? Yani o zaman pedagojikti,
eğitim ilkelerine uyuyordu da şimdi mi uymuyor? Öyleyse niçin?
Sabri
hoca burada eğitim çevresinin dört unsurunu saydı: Bir aile, iki
ailenin ilişkide bulunduğu diğer bireyler, üç çocuğun arkadaş grubu,
dört televizyon. Diyelim ki bir lisede din eğitimi değil, din öğretimi
yapacağım, ahlâk öğretimi yapacağım. Öğrenciler var ki, din eğitimi,
öğretimini kabûl etmiyor. Ahlâk'ı kabûl etmiyor. İsim olarak kabûl
etmiyor, ders olarak kabûl etmiyor, hocasını kabûl etmiyor. Anası belli,
babası belli, arkadaş grubu belli, ailesi belli, televizyonu belli.
Şimdi bu çevrede, çerçevede siz nasıl din eğitimi vereceksiniz. Öyleyse
yapılacak ilk iş bu çevre şartlarını A'dan Z'ye kökten değiştirmek.
Bunun yolunu yöntemini bulmalıyız, başka yolu yok. Problem burada
düğümleniyor. Ömrümüzü bunun için çalışarak geçirmemiz gerekiyor. Eğer
"mevcut şartlar içinde yapabileceğimizi yapalım" derseniz, sizin
damarlarınızı kesmeye çalışanların gücü, mevcut şartlar içinde sizden
bin kat daha fazladır ve bin kat fazlasını yapmak için çalışıyorlar.
Bunun sonucu ne olur? Söylediklerinize karşı değilim. Ben sizin
dediklerinizin çoğunu yıllardan beri söylüyorum. Bizim sinemaya,
televizyona, tiyatroya, basına, edebiyata, romana, şiire, mutlaka el
atmamız, sanatın bütün kollarına el atmamız lâzım ve bunu din eğitim ve
öğretiminde, İslâmlaşmada bir araç olarak kullanmamız şart. Ben bunları
söyleyen bir fıkıhçıyım. Temelde size karşı değilim, fakat amaca
ulaştırma açısından bunlar yetersizdir. Ben yanlış bilmiyorsam
Türkiye'de 6-7 kanal var, bunların haftalık toplam programı 400 saat. Bu
400 saat genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle nasıl bir insan
tipinin ortaya çıkmasını öngörüyor, nasıl eğitiyor? Bunun müsbeti birse,
ikiyse, onsa, menfîsi ise doksansa biz nasıl sonuç alırız? Basını,
mektebi, televizyonu böyle olunca. O kadar menfî etkiyi bu kadar müsbet
ile kaşılamaya çalışırsak biz nasıl sonuç alırız? Yapılanları yapmayalım
demiyorum. Bunların hepsini yapalım. Yapabildiğimizi son haddine kadar
yapalım. Ancak şartları bir bütün hâlinde düşünelim. İnsan bir bütündür.
Toplum, kültür bir bütündür. Kültürün sadece sosyal yapıyla, dinle,
imanla, düşünceyle değil, aynı zamanda müsbet ilimler ile, aynı zamanda
teknik ve teknoloji ile ilgisi vardır. Eğitimimiz millî ise onun
mimarları önce kendi değerlerimizden yola çıkarak amacı tesbit etmeli,
sonra bu amaca götüren en uygun araçları bulmalıdır. Eğitim çevresinde
çelişkiler olmamalıdır. Amaç bizim alternatif insanımızı yetiştirmek,
kültürümüzü çağa sunmak olmalıdır.
Mevcut imkânlar içerisinde
yapılması gerekenler hakkında daha da kısaltarak bazı şeyler söyleyeyim.
Örgün eğitimde uygun çevre lâzımdır, bu çevre yoktur. Din kültürü ve
ahlâk dersinin konuları sınırlıdır. Devlet bize, "Düşünce, inanç, ahlâk,
ibâdet olarak İslâm; bir müslüman müslümanda -bilgi ve eğitim yönünden-
nelerin bulunmasını istiyorsa ben onları vermeye hazırım. Şimdi siz
bana bunların programını hazırlayın, sonra kitabını yazın ve ben de izin
vereyim, bunu okutun" demiyor. Cumhuriyet tarihi boyunca bunu demedi.
Onun ilkeleri var. İlkelerini önünüze koyuyor. Kayıtları var. Önünüze
koyuyor. Arkadaşlar TRT'ye Kur'ân-ı Kerîm okumaya gidin. İstediğiniz
yerden Kur'ân-ı Kerîm okuyabilir misiniz? Okuyamazsınız. İşte bunun için
burada diyorum ki: Konu ve anlatım sınırlıdır. Programa onun istediği
konmuştur, İslâm'ın istediği değil. Sıra anlatmaya gelir. Anlatırken
biraz konuyu besleyelim dese o hocayı orada bırakmazlar. Bunun nice
örnekleri vardır. Tamam bazıları politika yapmıştır, bazıları
beceriksizdir, bazıları kaş yapayım derken göz çıkarmıştır, ama bunların
içinde iyi niyetli olanlar da vardır ve bunlar sürülmüştür, bunların
bir kısmı mesleği bırakmak zorunda kalmıştır. Mevcut sınırlı imkânlar
içinde bile böyle kısıtlamalar vardır. Eğer bir şey yapacaksak bunları
zorlamalıyız. Lâiklik neydi? Bir kimsenin dilediği dîne inanması ya da
inanmaması, dîninin gereklerini yerine getirmesi veya getirmemesinde
özgür olması değil miydi? Yani din ve vicdan hürriyeti bunu
gerektiriyordu. Lâiklik devlet olarak buna müdahale etmemeyi âmir değil
miydi? Bunu elde etmeye çalışalım hiç olmazsa. Biz lâik bir devletin
teminatı altında din eğitimi ve öğretimi vermiyoruz. Biz lâik bir
devletin müdahalesi altında din eğitimi ve öğretimi veriyoruz.
Eksikliklerden
bir tanesi de eğitim yokluğudur. Namaz kılmayı öğrettiniz.
İnandırdınız. Sabri hocanın sözlerini hatırlayınız. "Düşündürdünüz,
inandırdınız, özendirdiniz." Bunları mükemmel şekilde yaptınız. Ezân
Allahuekber dedi. Okulda çocuk namaz kılmak istiyor. Teneffüs 10 dakika.
Rahatlıkla kılabilir. Hani mescit. Hani oda? Şimdi zihniyete bakın
arkadaşlar. Bir Reisicumhur bir mektebi açmaya gidiyor, o mektebi
yaptıran zat kendisinden bir şey istiyor, "Bu mektebin bir odasını
ayırın da çocuklar namaz kılsınlar." diyor. Başkanın cevabı: "Okul
başkadır, ibâdet yeri başkadır." Eğer bir zihniyet okul ile ibâdeti
böylesine kalın bir çizgiyle, böylesine bir demir perdeyle
ayırabiliyorsa siz o okulda nasıl bir din eğitim ve öğretimi vermeyi
düşünüyorsunuz? Arkadaşlar eğer Anayasada bir değişiklik gündeme
gelirse, göreceksiniz, tartışılacak mevzûların bir tanesi de bu "din
dersinin mecbûrî olması" olacaktır. Orada diyecekler ki, "bu lâik devlet
ilkesi ile bağdaşmıyor. Bu maddeyi kaldıralım." buna falân filân parti
de hazırdır. Ben ise lâiklik içinde bile bu maddenin kalabileceği
kanaatindeyim; yalnız bir kayıtla. Bu memlekette kişilerin beyanını esas
alırsanız istatistikçilere göre nüfusun %99.6'sı müslümandır. Bir
insanın müslümanım demesi çocuğunun rüşd çağına gelene kadar İslâmî din
eğitim ve öğretimi almasına taraftar olması demektir. İrâde beyanı
mânâsına gelir bu. Tabiî olarak herkes (% 99) bu derse tâbidir.
İstemeyen velinin çocuğu bu dersi almaz. İşte bu kadar. Şu hâlde, ilgili
maddeye bir kayıt konur: "Çocuğun din öğretim ve eğitimi almasını
istememek velilerin hakkıdır." Böylece velilerin müslüman olmaları
sebebiyle -bunu din dersini isteme şeklinde değerlendirerek- mecbûrî
olan din dersi, istemediklerini beyan eden velilerin çocuklarına
verilmez, din ve vicdan hürriyetine de riâyet edilmiş olur.
Gelelim
yaygın eğitime: Din görevlilerinin konumları bir kere yaygın eğitim için
müsait değildir. Milletin din görevlisine bakışı açısından, câmiin
fonksiyonları açısından ve din görevlisinin görev anlayışı açısından bu
böyledir. Bir İmam-Hatipli dostum bana bir mektup yazmış, "Hoca,
Elhamdülillah bugün namaz kıldırma memurluğundan emekli oldum. Bundan
sonra inşaallah dinime hizmet edeceğim" demişti. Görevlinin konumunu bu
cümle çok güzel ifade ediyordu. Büyük bir kısmı ikinci üçüncü iş ile
uğraşıyor, câmiye namaz vaktinde geliyor, bir an önce gitmek istiyor,
çünkü başka işi var, namazı çabuk kıldırıp ona gidecek. Sabah namazından
önce kalkıp yatsı namazına kadar câmide görev yapan da imam, namazı
kıldırıp hemen giden de imam. Burada bir aksaklık var. Bizim bir başka
din görevlisi tipi ortaya koymamız gerekiyor; ehliyetli, fedâkâr,
eğitimci..
Câminin asıl fonksiyonları nedir? Bugünkü fonksiyonları
nedir? Ben merak ettim, Allah Rasülü (s.a.v.) zamanında câmi hangi
fonksiyonları îfâ etmiş diye, baktım 10 madde buldum. Bunun içerisinde
eğlence de var, hem de câminin içinde, bunun içinde Hıristiyanların
ayinine izin vermek de var, diplomatik görüşme yapmak da var. Hastaların
bakımı, devlet misafirhanesi, istirahat mahalli, millet meclisi, okul,
mâbet... Buna mukabil bizim câmimizde ne yapılıyor? Câminin
fonksiyonunun, çehresinin ve çerçevesinin değiştirilmesi lâzımdır. Câmi
imamının başkanlığında câmi etrafında müslümana hizmet veren, müslümanım
demekten gayri müslümanlık adına hiçbir şey bilmeyen insanlara hizmet
veren, her türlü dert ve ihtiyaçlarına eğilen kurum ve faaliyetlere
ihtiyacımız var. İşte câmiyi böyle fonksiyonel etmek lâzım. İnsanlardan
namaz kılma mecbûriyeti istemeden onlara hizmet verecek tesisler
kurmamız gerek. Bunları imam ve cemâat olarak kurmalıyız; sevgi,
merhamet ve paylaşma temeline dayalı, dolaylı bir din eğitimi
seferberliği başlatmalıyız. Dolaylı din eğitimi ne demek? Dinden
bahsetmiyorsun, imandan bahsetmiyorsun, adamdan namaz kılmasını, oruç
tutmasını, içkisini bırakmasını istemiyorsun; yalnız sen kendin,
vazifesini yapan, Allah için yapan bir müslüman olarak onunla
paylaşıyorsun. Neyi? Hem nimeti, hem külfeti. İşte bu yepyeni bir
metoddur. Ama nasıl yeni? Rasûlullah'ın (s.a.v.) tatbik ettiği, sonraki
insanların unuttuğu, şimdi bizim yeniden başlatmamız gereken yeni bir
metod. Yeni bir mânâdadır; yoksa paylaşmaya dayalı din eğitiminin
şaheserini Allah Rasulü (s.a.v.) gerçekleştirmiştir. İçim yana yana
söylüyorum, ben de iki sene vaizlik yaptım, onun için kimse alınmasın,
biz zengin sofrasında kebabını, soğanını yeriz, ondan sonra abdestimizi
alır, kürsiye çıkar konuşuruz. Karşımızdaki adam açtır, ona durmadan
ibâdetten, cennetten, cehennemden bahsederiz. Din adamında öyle bir
merhamet olmalı ki, fakir cemâati düşününce o kebap boğazından aşağı
inmemeli. İşte o zaman paylaşma başlar. Fakir karnından bir taş
çıkardığı zaman benim imam iki taş çıkarmalı, 1,5 taş çıkarmalı.
İmam-Hatip
Liseleriyle ilgili olarak şunu söylemek istiyorum. Kurt ile kuzu
arkadaş olmuşlar. Ne kadar olabilirlerse. Kurt bakmış bu kuzu yenir,
fakat arkadaş, atılıp yiyemiyor. Bir bahane lâzım diye geçirmiş içinden,
bir dereye gelmiş su içmeye başlamışlar. Kurt yukarda, kuzu aşağıda.
Yukarıdan kurt bağırmış;"suyu bulandırıyorsun." Kuzu cevap vermiş: "Siz
yukarıdasınız ben aşağıdayım, sizin suyunuzu nasıl bulandırabilirim?"
Kurt, "Bir de bana karşı geliyorsun ha!" demiş. Kuzu "Anlaşıldı sen beni
yemeye niyet etmişsin, bahaneyi bırak da gel ye" cevabını vermiş. Kuzu
İmam-Hatiplerin de kurtları var. TÜSİAD raporu ve benzerlerine biz hep
aynı tepkiyi veriyoruz. Bu usûlü bırakalım. Biz neden İmam-Hatiplileri
sadece bu ülkenin din görevlisi ihtiyacını karşılayan okullar olarak
görelim ve müdafaamızı ona göre yapalım. Neden buna mecbûruz? "Siz hangi
mektebi böyle istihdama göre plânladınız ve bu ihtiyaç zeminine
oturttunuz da sıra İmam-Hatip Liselerine geldi?" diye soralım! Bu kadar
meslek okulu var, siz bunları hangi bilgisayarla hesap ettiniz de, on
sene, beş sene, yedi sene sonra şu ve bu şartlarda ne kadar elektrikçiye
ne kadar ustaya ihtiyaç olacağını bildiniz, sayıyı buna göre
ayarladınız?" diyelim. Böyle bir âleti kim keşfetti? Açarsın mektebi,
tabiî seleksiyon içinde mesele hallolur; demokrasi de bunu gerektirir.
İmam-Hatip Liselerinde, diğer liselerin dersleri de vardır. Mezunlardan
dileyen ve kâbiliyeti, ehliyeti olanlar din görevlisi olur, dileyen
yüksek öğrenim yapar, dileyen başka iş ve hizmetlere tâlip olur. Diğer
liselerin mezunlarından bunların ne farkı var ki, istihdama göre
ayarlamaya bunlardan başlanıyor?
Daha köklü çözümler için de şunları
söylemek mümkündür:
Bütün dünya bir ülke, bir kültür ve bir millet
hâline hiçbir zaman gelmemiştir ve herhalde gelmeyecektir. Daima farklı
medeniyetler, kültürler ve milletler bulunacaktır. Bugün, çoğulcu
sistemi benimsemiş gözüken -Batıda aslında Batı medeniyeti çoğulcu
değildir, eritici ve yutucudur- ülkelerin ve toplumların her birinin bir
hâkim kültürü vardır. Çoğulculuk bunu bırakıp kültür aşûresi yemek
değildir; diğer kültürlerle yanyana ve içice yaşamaktır. Bunu ise
tarihte yalnızca İslâm medeniyeti gerçekleştirebilmiştir. Bugün
toplumumuz bir kültür buhranı yaşıyor, bunu aşabilmek için modernist ve
gelenekçi aydınların bir uzlaşıya varmaları şarttır. Bu uzlaşı, ortak
millî ve mânevî değerlerimiz üzerinde olacaktır; çünkü bizi "biz" yapan
bu değerlerdir. Sonra bu değerlerin yeni nesillere kazandırılması
amacına yönelik yeni bir millî eğitim sistemi kurulmalıdır. İşte bu
yapıldığı takdirde tedbir, İmam-Hatip Liselerini kapatmak veya azaltmak
değil, bütün liseleri biraz onlara benzetmek olacaktır.
Özetlemek
gerekirse: Halkın şiddetli ve ısrarlı isteğinden doğup geniş ölçüde
onların maddî ve mânevî desteğine dayanan İmam-Hatip Okulları hakkındaki
yanlış duygu, düşünce ve beklentilerden vazgeçmeli, bu okulları sayı ve
kalite bakımlarından ihtiyacı (talebi) karşılayacak seviyeye getirmeli,
orta kısmını kapatmak gibi gizli ve örtülü baltalama, budama yollarına
gidilmemelidir. Bu okullardan mezun olan çocuklarımızın yüksek
öğretimde, bürokraside, toplum içindeki çeşitli faaliyetlerinde başarılı
oldukları, millî varlığımıza ve kültürümüze sahip çıktıkları, millet ve
memleket aleyhine hiçbir faaliyette bulunmadıkları apaçık ortadadır.
Millet ve memleketini seven insanlarımızın bu okulların çoğalıp
gelişmesi dışında yapabilecekleri bir şey olmaması gerekir.