I. Devlet
İslâm'da
mefhum, muhtevâ, şekil ve fonksiyon (kavram, içerik, biçim ve işlev)
açılarından devlet, iki ana kaynak olan "Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet"
yanında, fıkıh kitaplarının "kazâ, siyer, imâmet, bağy (devlete isyan)
salât, zekât, velâyet" bölümlerinde ele alınmış, ayrıca
"el-ahkâmu's-sultaniyye, es-siyâse-tü'ş-şer'iyye ve kelâm" kitaplarında
işlenmiştir. İslâm dünyasında modern hukuk sistematiği benimsendikten
sonra ise devlet ve anayasa hukûku (nizâmu'd-devle, nizâmu'l-hukm)
hukûkun ayrı bir bıranşı hâline gelmiş ve müstakil kitapların konusu
olmuştur.
Başlangıçtan yirminci asra kadar İslâm'ın devletle ilgisi,
başka bir deyişle devletin İslâm bütünü içinde yer almış olduğu inancı
ve görüşü tartışma dışı tutulmuş, yalnızca bu ilişkinin şekil ve şümulü
tartışılmıştır. Asrımızın başlarından itibaren İslâm dünyasında Batının
etkisi güçlendikçe, tartışma konularının içine "İslâm'ın devlet ile
ilgisi" de girmiş, bu konuya müsbet ve menfî olarak karşıt yönlerden
yaklaşan taraflar ortaya çıkmıştır. Tâhâ Hüseyn, Ali Abdurrâzık gibi
modernistler, İslâm'da devletin ve hükûmetin şekli, ilgili kurumlar ve
bunlarla ilgili düzenlemelerin eksik olduğundan hareket ederek "İslâm'da
devlet ve İslâmî devlet"ten söz edilemeyeceğini, dînin hedefinin iman,
ibâdet ve ahlâktan ibâret bulunduğunu ileri sürmüşlerdir.1 Buna karşı
geçmiş ulemânın tamamı, çağdaş İslâm hukukçularının da büyük ekseriyeti
İslâm'ın belli nitelikleri bulunan bir devleti öngördüğü, bunu
gerçekleştirmeyi müslümanlara vazife kıldığı tezini savunmuşlar, buna
delil olarak da Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet'te devletin unsurları ve
vazifeleri ile ilgili bulunan âyetleri, Hz. Peygamber'in (s.a.v.)
uygulamasını ve zarûret prensibini göstermişlerdir. Bu delillerden ilk
ikisi aşağıda genişçe arzedilecektir. Zarûret prensibinden maksat ise,
İslâm'ın fert ve toplumla ilgili amaçlarının, bu amaçlara yönelmiş bir
devlet bulunmadan gerçekleşmesinin imkânsız olmasıdır. "İhtiyaç genel
olsun, özel olsun, zarûret sayılır."2 Müslümanların maddî ve mânevî
varlıklarını, değerlerini korumaya, düzene ve adâlete ihtiyaçları
vardır; bu ihtiyaç neyi gerektiriyorsa (kurum, kuruluş vb.) onu
gerçekleştirmek dînî vazifedir; "farzı (vâcibi) tamamlayan şey de
farzdır" cümlesi, fıkıhta bir genel kaidedir. Bu tezi haklı olarak
savunanlara göre kaynaklarda devlet ve hükûmetin şekli, kurumların
detayları ile ilgili bilgi ve talîmatın bulunmaması ihmâl değil, hikmet
eseridir; hikmet ise müslümanlara, içinde bulundukları şartlara uygun
olarak amaca ulaştıran şekli seçme imkânı vermekten ibarettir.
II.
Fert
Fert insan teki demektir. İslâm'da ferdin yeri ve değerinden
maksat da toplumu teşkil eden insanların, topluma, devlete ve diğer
varlıklara nisbetle kâinattaki yeri ve değeridir. "İnsan nedir ve niçin
vardır?" sorusuna verilen farklı cevaplar, insan hakkındaki değer
hükmüne de temel teşkil etmektedir.
İslâm'da insanın mahiyet ve
değeri:
Maddeci düşünceye göre maddenin başı ve sonu yoktur, madde
ezelden beri vardır, değişim ve bileşimler sonucu canlılar, canlıların
maymun nev'inden veya benzeri bir hayvandan da insan oluşmuştur. İnsanın
maddeyi aşan bir boyutu yoktur.
İslâm iman ve düşüncesine göre başı
ve sonu olmayan (ezelî ve ebedî) tek varlık Allah'tır. Allah Teâlâ
maddî ve madde ötesi bütün âlemleri yok iken yaratmış, var etmiştir.
Birleşme, değişme, gelişme ve bozulma da O'nun koyduğu, irâdesine tâbi
bulunan kanunlar dahilinde olmaktadır. O dileseydi insan, tekâmül
yoluyla hayvandan gelirdi, bu da insanın değerini küçültmezdi, ancak
böyle dilememiş, hayvanları genellikle ayrı türler hâlinde yarattığı
gibi insanı da özel bir topraktan ve çamurdan insan olarak yaratmış,
erkekli dişili kılmış, bunların aile bağı içinde birleşmeleri ile insan
neslinin çoğalmasını ve devamını sağlamıştır. İnsanı diğer canlılardan
ayıran en önemli özelliği, insana mahsus nefis ve ruh sahibi olmasıdır.
Nefis, her bir insan için ayrı ayrı yaratılmış, maddî olmayan, insanın
hayatı boyunca bedeninde gelişen ve özellikler kazanan, ölümden sonra da
devam eden, berzahta ve âhirette, dünyada kazandığı özelliklere göre
muâmele görecek olan varlıktır. Günlük dilde buna da ruh denilmektedir,
bazı ilmî kaynaklarda da ruh ile nefis aynı şeymiş gibi telâkkî
edilmiştir.3 Ancak Şah Veliyyullah Dıhlevî'nin (v. 1176/1762) kısmen
özetleyerek sunacağımız, hem ilme, hem de mânevî tecrübeye ve müşahedeye
dayalı olarak verdiği şu bilgiler ruh ve nefsin farklı şeyler olduğunu
açıkça göstermektedir:
"Rûhun anlayabildiğimiz ilk gerçekliği
canlıda hayatın onunla başladığıdır, rûh ona üflendiği zaman canlı olur,
rûh ondan ayrıldığı zaman da ölü olur... İyi dikkat edildiğinde bu
rûhun, vücudu meydana getiren unsurların özel bir terkîbinin sonucu
olduğu, bu terkip oluşunca hayatın, çözülünce de ölümün meydana geldiği
anlaşılır. Bu, rûhun ilk bakışta anlaşılan mahiyetidir, gerçeğe yönelik
düşünce bakımından ise rûhun en alt sıradaki tezahürüdür. Bu mânada rûh,
güldeki esans, kömürdeki ateş (kâbiliyeti) gibidir. Sonra düşünce daha
derinlere yöneltildiğinde bu rûhun gerçek rûhun bir bineği, bir ilişki
maddesi olduğu anlaşılır. İnsanın gerek bedeni ve gerekse biyolojik rûhu
binlerce defa değiştiği (genç, yaşlı, âlim, cahil, büyük, küçük...
olduğu) hâlde, kişiyi kendisi yapan hakîki rûh değişmez, aynı kalır.
Hakîki rûh -ki bunu Allah Teâlâ kendi rûhundan üflediği için ilâhî ve
kudsî rûh adını alır- tek, bölünmez bir hakîkat, nûrânî bir noktadır,
insanın biyolojik ve psikolojik değişmeleri gerçek rûhu değiştirmez, o
küçükte nasıl ise büyükte de öyledir, siyahta nasıl ise, beyazda da
öyledir... Beden, nesemenin bineği olması bakımından kudsî rûhun hem
bedenle hem de hevâî rûhla (neseme, biyo-psikolojik rûh, nefis-H.K.)
özel ilişkisi vardır. Kudsî rûh, mukaddes âlemden açılmış küçük bir
penceredir, o pencereden, nesemenin elde edeceği istidâda göre (nûr ve
feyiz) gelir. Değişiklik toprağa ve bedene bağlı kâbiliyetlerden
kaynaklanmaktadır; tıpkı güneşin çamaşırı ağartırken çamaşırcıyı
karartması gibi. Tarafımızdan sağlam iç tecrübe ve müşâhede ile
anlaşılmıştır ki, ölüm, nesemenin -bedenin onu doğuran kâbiliyet ve
imkânlarını kaybetmesi sonucu- bedenden ayrılmasıdır, yoksa kudsî rûhun
nesemeden ayrılması değildir (ölümle kudsî rûh nesemeden ayrılmaz).
Hastalık, kaza vb. sebeplerle nesemenin terkibi çözülünce ondan bir
parça (sanki bir çekirdek-H.K.) kalır... Önce berzah âleminde kudsî
rûhun nesemeye teması sonucu, onda bir nevi duyu ve idrâk ile misal
âlemine mahsus beden hâsıl olur, berzah âlemi neseme üzerinde hükmünü
icrâ eder. Sonra yeniden dirilişte ilâhî rûh bütün nesemelere feyiz
(akım) gönderir, bu sayede his, idrâk ve beden (ya cismî beden, yahut da
misâl ile cisim arası bir beden) hâsıl olur, arkasından Allah
Rasûlü'nün (s.a.v.) bildirdiği âhiret hâlleri cereyan eder... Neseme
ilâhî rûh ile toprak kökenli beden arasında bir berzah (ara varlık)
mahiyetinde olduğu için onun bir yönü ilâhî rûha bakar ve bu
melekiyyettir (insanın melek yönüdür); bir yönü de toprağa bakar, bu da
onun behîmî (diğer hayvanlarla ortak) yönüdür. Bu ilim dalında rûh bu
kadar bilinir, rûhun daha derin bilgisini ona mahsus başka ilim
dallarına bırakarak bahsimize devam edelim..."4
Bu açıklama, ilâhî
ve kudsî rûh ile -ki dînin asıl kaynaklarında geçen ilâhî rûhtan maksat
budur- bazı yazarların rûh adını verdikleri neseme; bizim deyişimizle
biyo-psikolojik rûh veya nefis arasındaki farkı ortaya koymuş
bulunmaktadır. İşte her insan için ayrı ayrı yaratılmış bulunan, dünya
hayatında, beden içinde mukaddes âleme dönük yüzünü geliştirerek, mânevî
tekâmülünü tamamlayarak meleklerden üstün olabilen, yahut bedene ve
toprağa dönük yönünü geliştirerek yırtıcı hayvanlardan daha aşağı
seviyelere inebilen bu nesemedir, yahut bu nesemeye dahil bir unsurdur:
"Biz
insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına attık,
fakat iman edip salih amel işleyenler müstesnâ..."5
Şâh
Veliyyullah'ın bir başka açıklamasına göre nefis şekillenmeye ve
renklenmeye müsait bir madde gibi (heyûlânî olarak) yaratılır, sonra
hayat içinde her an kuvveden (istidât ve kâbiliyetten) fiile (oluşma ve
gerçekleşmeye) intikâl eder, bu değişme ve şekillenmeyi düşünce ve
davranışlar (ameli) sağlar; bu bir süreçtir, bir önceki bir sonrakinin
sebebi olan bir zincirdir, böylece amel ile nefis, artık birbirinden
ayrılmamak üzere bütünleşmiş olurlar: "Her insanın amelini (tâirini,
yapıp ettiklerini) boynuna doladık, kıyâmet günü onu, açılmış bir kitap
olarak bulmak üzere insanın önüne çıkarırız."6 Misal âleminde her
insanın bir sûreti (modeli) vardır. Allah'ın elest bezminde kullarından
söz (mîsâk) alırken zuhur eden sûret, işte bu misal âlemindeki sûret
nevindendir.7 İnsan yeryüzünde yaratılınca (dünyaya gelince) misal
âlemindeki sûreti ona giydirilir ve onunla birleşir. Misal âlemindeki
sûreti ile birleşen nefis, dünya hayatını bitirdikten sonra neseme
olarak veya neseme ile beraber âhiret hayatına başlar, oraya uygun vücût
elbisesini giyerek dünyada kazandığı sıfat ve hâllere uygun tecellîler
ve işlemler sürecine tâbî olur.8
Rûh ve nefisle ilgili olarak gelmiş
bulunan şu âyetler yukarıdaki anlayışa temel teşkil etmektedir:
"O
Allah ki, yarattığı her şeyi mükemmel yaratmıştır, insanı çamurdan
yaratmaya başlamıştır. Sonra onun üreyip devam etmesini dayanıksız bir
suyun içinden çıkandan (spermden) sağlamıştır. Sonra onu tamamlamış, ona
rûhundan üfürmüştür ve size kulaklar, gözler ve gönüller vermiştir; ne
kadar az şükrediyorsunuz!"9
"Kıyâmet gününde biz bundan habersizdik
demeyesiniz diye Rabbin, âdemoğullarından, onların sırtlarından
zürriyetlerini aldı, onları kendilerine şahit kıldı (yahut onlara
kendileri hakkında şuur verdi), 'Sizin Rabbiniz değil miyim?' dedi,
onlar da 'Evet Rabbimizsin, buna şahit olduk' dediler."10
"...
Nefsimi temize çıkaramam, çünkü Rabbimin esirgediği hariç, nefis,
durmadan kötülüğe çeker..."11
"Her nefis, dünyada kazandığına
karşılık bir rehin (gibi)dir."12
"Kendini kınayan (ettiğine pişman
olan, kendini hesaba çeken) nefse yemin ederim ki..."13
"Ey huzur
ve kemâle ermiş nefis! O senden, sen O'ndan hoşnut olarak Rabbine dön,
kullarımın arasına dahil ol, cennetime gir!"14
"Nefse ve ona
özelliklerini verene; ona kötü olmasını da, iyi olmasını da ilham edene
(fıtratına bu kabiliyeti koyana) yemin ederim ki..."15
Kur'ân
âyetleri ile bunlara dayalı yorumlardan, mânevî tekâmül yolculuğunu
belli noktalara ulaştırmış Allah kullarının tecrübe ve müşâhedelerinden
anlaşıldığı üzere insan, yalnız beden ve maddeden ibâret olmayıp,
"beden, nefis ve rûh" üçlüsünden oluşmuş, bir yönü ile yere ve toprağa
ait, diğer yönü ile de semâya ve madde ötesi kutsal âlemlere ait
müstesnâ bir varlıktır. Yaratılması ve dünya hayatı Allah'a kulluk
içindir, kulluk imtihanını kazanmak üzere, yaşadığı müddetçe Rasûl'ün
(s.a.v.) izinden yürüyerek kendini geliştirmek, ebedî hayat ve
mutluluğunu kendi irâdesi ve imkânları ile hazırlamak içindir.16 Bu
özellikleri, aynı zamanda, İslâm'da insanın değeri konusunda da yeterli
bilgi ve fikri vermektedir. İnsanın gerek bedenî ve gerekse mânevî
yapısının, bilhassa donanım ve kabiliyetler açısından ele alındığında,
İslâm'da ne denli değerli olduğunu ifade eden daha başka delil ve
açıklamalar vardır:
a) Allah Teâlâ yarattıkları içinde yalnızca
insana, önemli bir bilgi kaynağı olarak akıl ve bir yandan fazîlet,
diğer yandan sorumluluk mesnedi olarak irâde vermiştir.
b) Ahlâkî
sorumluluğu da ihtivâ eden emaneti Allah Teâlâ göklere ve yere teklîf
etmiş, bunlar yüklenememiş, ama insan yüklenmiştir.17
c) Özellikleri
ve kâbiliyetleri sebebiyle yeryüzünde halîfe olmaya insanı lâyık gören
Yaratıcı, meleklerin -nefsini terbiye edememiş insanlarda görülecek
kötülükleri ileri sürerek- tereddütlerini bildirmeleri üzerine, "bunda
yalnızca Kendisinin bildiği sır ve hikmetlerin bulunduğunu" ifade
buyurmuştur.18
d) Yaratıcı, insanların babası Âdem'e bütün isimleri
öğretmiş, böylece insanlara kâinatı tanıma ve bildiğini ifade etme
imkânı bahşetmiştir.19 Allah Teâlâ, Âdem'e verdiği bu bilgiyi ve
kâbiliyeti meleklere tanıtmış, onlar kendilerinde bunun bulunmadığını
görüp itirâf ederek insanın yaratılması ve halîfe kılınmasındaki ilk
hikmeti idrâk etmişlerdir.
e) Mutlak hikmet sahibi Yaratıcı, Âdem'i
yaratınca, meleklere hitaben ona secde etmelerini buyurmuş, bütün
melekler Âdem'e secde etmişlerdir.20 Burada secde ibâdet olarak yine
Allah'adır, çünkü O emrettiği için yapılmıştır; ancak insanın namzet
olduğu yüceliğe ve kemâle meleklerin dahi saygı göstermelerinin
istenmesi, insan için ölçüsüz bir şereftir.
f) İnsanı insan yapan
rûh ve nefsin, dünya hayatında kulluk imtihanını verebilmek, insan için
takdir buyrulmuş olan kemâl noktasına ulaşabilmek için bedene
ihtiyaçları vardır. Bu sebeple insanın bedeni, yaşarken de, öldükten
sonra de değerlidir, saygıya lâyıktır ve hakları vardır. İbâdet bedeni
zayıf düşürmeye, uzuvları sakatlamaya, acı ve güçlüğe sebep
olmayacaktır; böyle bir ihtimâl bulunduğunda ruhsatlar, kolaylıklar
devreye girer, bedene zarar verdiği hâlde azimette (ruhsatsız ibâdette)
ısrar günahtır. Fark gözetilmeksizin bütün insanların bedeni
dokunulmazdır, bedene zarar verilmesi hâlinde kısas ve tazminât şeklinde
konmuş cezâlar vardır, ana rahmine düştüğü andan itibaren insanın
varlığı (hayatı) korunur, hayata yönelik suçlar için caydırıcı cezalar
öngörülmüştür, insan öldükten sonra cesedi itinâ ile yıkanır,
kefenlenir, namazı kılınır, incitmeden defnedilir, kazıda çıkan insan
kemikleri saygı ile mezara defnedilir, bedenin sahibi olan insan veya
(ölümü hâlinde) yakınları izin vermedikçe ve bu izne ek olarak önemli
bir fayda ve zarûret bulunmadıkça hiçbir kimse, insanın bedeni ve cesedi
üzerinde tasarrufta bulunamaz.
g) İnsanın maddî ve mânevî üstün
vasıfları, değeri ve kâbiliyetleri sebebiyle Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur21: "Biz gerçekten insanı değerli (mükerrem) kıldık, onları
karada ve denizde taşıdık, kendilerine rızıkların iyilerinden verdik ve
onları, yarattıklarımızın çoğundan kat kat üstün kıldık."22
Devlet
ve toplum karşısında fert:
Ferdiyetçi düşünce ve sistemler ferdin
hak ve hürriyetlerine öncelik vermişler; bu konudaki aşırılık ise,
bencillik, sömürü ve anarşi doğurmuştur. Toplumcu ve devletçi
düşünceler, sistemler ise sömürü ve anarşiyi önleyelim derken ferdin
hürriyet ve kişiliğini yok etmiş, insanı madde boyutuna hapsetmişlerdir.
Bu aşırı ve karşıt düşünceler, uygulamalar birbirine tesir etmiş, tez,
antitez, sentez sürecinde ortaya, önce siyâsî ve hukûkî, sonra iktisâdî
ve sosyal yönleriyle "insan hakları" kavramı, düzenlemeleri çıkmıştır.
İslâm'ı,
aşırı ferdiyetçi veya toplumcu sistemlerden birinin içine koymak mümkün
değildir. İslâm ferd-devlet (ve toplum) ilişkilerinde dengeyi öngören,
şahsiyetçi bir sistem oluşturmuştur. İnsanda yaratılan nefis, biri kudsî
ve ilâhî (rûh), diğeri hayvânî ve beşerî iki temel eğilim arasında
güdü, duygu, heyecan, akıl ve irâdesi ile bir yön bulmaya çalışır, her
bir nefis kendine mahsus bir şekil ve renge bürünür, böylece standart
bir insan (fert) olmaktan çıkarak kişi (şahıs) olur, şahsiyet kazanır:
"De ki, herkes kendi şahsiyetine (şâkilesine) göre davranır, kimin
yolunun daha doğru olduğunu en iyi bilen Allah'tır."23 Ferdiyetçiliğin
hedefi mutlak hürriyettir, şahsiyetçiliğin hedefi ise mânevî tekâmülü
sağlamaya, dünyaya geliş maksadını gerçekleştirmeye yarayacak ve yetecek
kadar hürriyettir.
"Yaşamak belirli bir şekil ve niteliğe, varolan
ve duyulabilen bir kişiselliğe sahip olmaktır. Sayısız canlı şekle sahip
olan bu "varolan ve duyulabilen kişisellik"te Hakiki Zât, vücudunun
(varlığının) sonsuz zenginliklerini belli eder. Bununla beraber her biri
gözünü, kendi imkânlarının doğmasına dikerek ve kendi hakimiyetini
arayarak ferdiyetlerin ortaya çıkması, hâliyle ve çaresiz olarak
peşisıra yüzyılların korkunç mücadelesini sürükler... Kişiliğin
derinleşip aynı zamanda hata ve kötülük imkânlarını açan şahsiyet hâlini
aldığı insanoğlunda, hayat faciâsı duygusu daha şiddetli bir şekil
alır. Ancak hayatı bir zât veya benlik olarak kabûl etmek, bunun
bitimliliği ve geçiciliğinden doğan bütün eksiklikleri de kabûl etmek
anlamına gelir. Onun için Kur'ân-ı Kerîm diyor ki, şahsiyet öyle ağır
bir emânettir ki, bunu kaldıramayacaklarını gökler ve dağlar bile
söylemişlerdi, ama insanoğlu kendini tehlikeye atarak bu ağır yükü
kaldırmayı kabûl etti."24
"İnsanın akıbeti ne olursa olsun o,
kişiliğini asla kaybetmeyecektir. Kur'ân-ı Kerîm'e göre insanın en büyük
mutluluğu kişiliğini ve geçiciliğini (fânîliğini) yitirmesi değildir.
İnsanın bitmeyen mükâfatının (ecrun gayru-memnûn) anlamı, nefsini
kontrol etme yegâneliği ve bir benlik olarak faaliyetinin daha da
gelişmesi ve gücünü arttırmasıdır. Hatta Kıyâmet Gününden hemen önce
meydana gelecek olan evrensel imhâ manzarası bile, tam bir nefis
terbiyesi almış olan ego veya benliğin, mükemmel sükûnet ve metânetini
zerre kadar etkilemeyecektir.25 Belli ki bu şekilde müstesnâ olacak
kimseler, benlikleri en çok terbiye görmüş ve zirveye ulaşmış kişiler
olacaklardır. Bu gelişmenin kemâline, ancak her şeye egemen olan ego ile
doğrudan temas hâlinde olduğumuz zaman bile kendi öz kişiliğimizi
ayakta tuttuğumuz takdirde erişebiliriz."26
"Varlığın kuvvetli ve
sabit bir düğümü olarak insan vücûdu biyolojik canlılığın üzerinde
apaçık bir gerçek olarak kendini ortaya koyar, fakat o ne tam bitkisel,
ne de tam hayvansaldır; vücut yaşar ve varlığın kaba, işlenmemiş
mevcudiyetini aşar, bir oluşa doğru gider. Olurken de şahsiyet kazanır;
yani eşyadan seçilip ayrılır, kendi zâtının, şahsının şuuruna ulaşır.
İnsan nasıl fizyolojik yapısı icabı nefes almak mecbûriyetinde ise,
fizyolojiden gelmeyen bir zarûretle de şahsiyetini tamamlamaya, ilâhî
irâdeyi dînî hareketlerle tatmine ve Allah'ın bize çizdiği yolu izlemeye
kendini mecbur hisseder..."
"İslâm şahsiyetçiliği şahsı ilk veri
(donné) olarak düşündüğünden onu rûhî bir 'monade' kabûl etmemiştir.
Şahıs bütünlüğe ermiş bir varlıktır; yaşayan bir madde, akılla
donatılmış bir vücutta var olan bir rûhtur. Rûh ve şahıs birbirinden
ayrı da olsalar, bir bütünün parçası, zarfın mazrufu (içindeki)
gibidirler. Dînî karakterde olmasına rağmen İslâm şahsiyetçiliği,
evleviyetle rûha veya tersine, vücûda üstünlük tanıyan her teolojiyi
reddeder. İnanmak, her şeyi ile bağlanmak demektir. Bununla beraber
sözkonusu bağlanma, ferdin sadece mânevî iklimine tâbî değil, aynı
zamanda toplumun ve bütün insanlığın içinde yaşadığı maddî, objektif
şartlara da bağlıdır. İnsanla, âlemin geri kalanı arasında, insan şahsı
lehine işleyen bir gâiyet (finalite) hüküm sürmektedir. Allah âlemleri,
eşya ve varlıkları insan için yaratmıştır."27
"İçinde insanın, tüm
insanların kişisel ve politik hayatlarının her hareketi, Allah'ın
varlığı ve eylemi tarafından oturtulmuş ve bu gerçek ilk ve eksiksiz
toplum biçimi (ilk örnek İslâm toplumu); içinde insanın aşkın
boyutundan, kendi yapısı içinde bile soyutlanmadığı ve her insanın bütün
diğer insanların geleceğinden kişisel olarak sorumlu olduğunun içten
duygusuna sahip olduğu bu toplum, kendi içinde, ölmekte olan Batı
uygarlığının iki hastalığını aşma vaadini taşır:
a) İnsanın aşkın
boyutunu gözönünde bulundurmayarak, bilimi bilimciliğe, tekniği
teknokrasiye, politikayı Makyavelizme çevirdiği için, amaç yokluğundan
sonu umutsuzluğa varan pozitivizmi.
b) Sonu herkesin herkesle
savaşına ve 'korku dengelerine' varan bireyselciliği."28
İslâm'da
yaratma, emir ve hüküm Allah'a ait bulunduğu için "emir ve hüküm"
çerçevesine giren "hak ve vazife" belirleme işi de Allah'a aittir. Hak
ve vazifeyi belirleme işini bir fert veya zümre, yahut da toplum yerine
Allah'ın üzerine almış bulunması, bir tarafa öncelik ve ağırlık
verilerek diğer tarafın ezilmesini, haksızlığa uğramasını önlemektedir.
Adâlet herkese hakkını vermek, dengeyi sağlamaktır. Allah Teâlâ
haksızlığı kendine de, kullarına da haram kılmış ve pek çok âyette
adâleti emretmiştir.
İslâm ferdi ve toplumu ayrı ayrı tanımış,
muhâtap almış, karşılıklı durumlarını, hak ve vazifelerini belirlemiş,
her iki tarafın şahsiyet ve hukûkunu korumuştur.
Ferdî sorumluluk
konusunda şu âyetler dikkat çekicidir:
"Her insanın amelini boynuna
doladık. Bunu kıyâmet gününde onun önüne, açık olarak bulacağı bir kitap
şeklinde çıkarırız. (Ve şöyle deriz): Kitabını oku, bugün sana hesap
sorucu olarak kendin yeter(sin). Doğru yolu seçen ancak kendisi için
seçmiş olur, doğru yoldan sapan da ancak kendi zararına sapmış olur.
Hiçbir suçlu, başkasının suçunu yüklenmez (herkes kendi ettiğinin
cezâsını çeker). Biz bir peygamber göndermedikçe cezâ verici değiliz
(kanunsuz cezâ olmaz)"29
"Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız
gibi teker teker bize geleceksiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda
bırakacaksınız. Sizin üzerinizde ortaklarımız sandığınız
şefââtçilerinizi de yanınızda göremeyeceğiz..."30
Şu âyetler de
İslâm toplumunun yapı ve özelliklerini ortaya koymaktadır:
"İşte
böylece, sizin insanlara şahit olmanız, Rasûl'ün de size şahit olması
için, sizi örnek bir ümmet kıldık..."31
"Siz, insanların iyiliği
için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder,
kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız..."32
"Hep birlikte
Allah'ın ipine (Kur'ân'a, İslâm'a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın.
Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın; hani siz birbirinize düşman
kişiler idiniz de, O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun lûtfu ile
kardeş kimseler olmuştunuz... Kendilerine apaçık deliller geldikten
sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın..."33
İnsanın ferdî
sorumluluğunu yerine getirebilmesi için hak ve hürriyete ihtiyacı
vardır; bundan sonraki bahiste görüleceği üzere İslâm bunu ferde
eksiksiz olarak vermiştir. Bunun yanında, İslâm toplumunun yapısı ve
özellikleri gereği ferdin de, topluma yönelik vazife ve sorumlulukları
vardır:
a) İlgili âyetlere ve hadîslere göre müslümanlar kardeştir,
birbirine kenetlenmiş yapı taşları gibidir; bir vücûdun, bir yeri
ağrıyınca diğer yerleri de rahatsız olan organları gibidir; bir gemide
yolculuk eden, birileri gemiye zarar vermeye kalkışınca bunu
önlemezlerse hepsi birden batacak olan yolcular gibidir. Toplumun
fertleri birbirine ne doğrudan, ne de misilleme olarak zarar
verebilirler...
b) Toplumda iyiliği (ma'rûfu) emretmek ve yaşatmak,
kötülüğü (münkeri) menetmek ve ortadan kaldırmak, fert, toplum ve devlet
olarak müslümanların vazifesidir ve İslâm'ın ictimâî bir sembolüdür.
Kur'ân-ı Kerîm bu vazîfeden kaçınmayı, ictimâî sorumluluktan kaçma,
isyan ve hakkı çiğneme olarak vasıflandırmış, böyle yapan toplumların
acı akıbetlerinden söz etmiştir.34
c) Ferde ve topluma verilen
haklar insanların fert ve toplum olarak menfâat ve ihtiyaçlarını
karşılamayı amaçlamaktadır. Ancak menfâat ve ihtiyaçların çeliştiği,
çatıştığı da bir gerçektir. Toplum veya bir grup için menfâat (mesâlih)
olan bir şey, fert veya başka bir grup için zarar (mefâsid) olabilir.
Eğer haklar ve menfâatler, fertlerin ve grupların istek ve arzularına
göre verilirse çatışma, dengesizlik ve haksızlık kaçınılmaz olur. "Eğer
hak, onların arzularına tâbî olsaydı gökler, yer ve buralarda
bulunanların düzenleri bozulur, altüst olurdu."35 "Beşerî arzularını
(hevâsını) tanrı edinmiş ve (böylece) Allah'ın kendisini saptırmış
bulunduğu kimseyi doğrunun bilgisine sahip mi görüyorsun!"36 Bu sebeple
Allah Teâlâ hakları, insanların beşerî arzularına, şahsî menfâatlerine
göre değil, adâlet ve denge prensiplerine göre tevzî etmiştir; bunu
yaparken insanlara hakkın az, yetersiz, buna karşı yükümlülüğün ağır ve
sıkıcı gelmesine değil, ferd ve toplum hayatının denge ve düzen içinde
yürümesine bakmıştır.37
d) İman ve ibâdet sırf Allah'ın kulları
üzerindeki hakkı olduğu gibi, insanlar arası veya insan-eşya arası
ilişkilerde söz konusu olan hak ve borçlarda da Allah'ın hakkı vardır.
Bunlardan sırf kula ait olan hakları -ki bunlara da Allah verdiği için
kul sahip olmuştur- alıp almamakta insan serbest olabilir (meselâ bir
insan, diğerindeki alacağından vazgeçebilir). Başkasının ve toplumun
kişi üzerindeki veya kişinin toplum üzerindeki hakları aynı zamanda
Allah hakkı olduğu için borçlunun onlara riâyet konusunda serbestliği
yoktur.38 Böylece topluma karşı ferdin, ferde karşı toplumun hakları
ilâhî hukûkun koruması altına alınmış olmaktadır.
e) İnsanlara ait
ödev ve yükümlülüklerin bir kısmı ferdîdir, teker teker kişilere aittir
(aynî farz), bir kısmı da topluma bırakılmış, birilerinin yapması
istenmiştir (kifâî farz). Bir toplumun, ilâhî muradı gerçekleştirme,
yaratılış hikmetleri doğrultusunda gelişme için muhtaç oldukları her
âlet, kurum, kuruluş, faaliyet, düzenleme... -ferdin yükümlülüğü dışına
taşınca- ikinci neviden yükümlülük olur. İslâm toplumunda her ferd, bu
yükümlülüğün toplumda yerine getirilip getirilmediğini kontrol ve takip
etmek durumundadır; çünkü getirilmediği zaman (ülkede doyurulmayan aç,
giydirilmeyen çıplak, tedâvi edilmeyen hasta, eğitim ve öğretim
verilmeyen insan, savunulmayan sınır, önlenmeyen haksızlık, tepki
görmeyen ahlâksızlık ve hayâsızlık, yolsuzluk, susuzluk... bulunduğu
müddetçe) bütün fertler bundan teker teker (aynî farz gibi) sorumlu hâle
gelmektedirler.39
f) İnsanlara, maddî ve mânevî değerleri tehlikeye
düştüğünde meşrû müdâfaa hakkı verilmiş, korumak için başka çare
kalmadığında (zarûret hâlinde) başkalarının haklarına el atıp, az
zararla çok zararı giderme imkânı tanınmıştır. Meselâ acından ölme
durumunda olan bir şahıs, kendisinde fazla yiyecek bulunduğu hâlde
vermeyen şahıstan bu yiyeceği rızâsına bakmadan alabilir ve hayatını
kurtarır. Burada hayat ve menfâatleri birbirine eşit iki şahıs sözkonusu
idi. Toplumun ihtiyaç ve menfâati ile ferdin menfâati çatıştığı zaman
ise genellikle toplum menfâatine öncelik verilmiştir; İbn Abdisselâm'ın
(v. 669/1262) deyişiyle "... bir hayatı kurtarmak için diğerinin malını,
rızâsına bakmadan almak caiz olur da binlerce insanın hayatını
kurtarmak için bu caiz olmaz mı?"40 Kamu yararı ve ihtiyacı gerekli
kıldığında devletin, yabancı kadınla evlenmek gibi bazı mübâh (helâl)
şeyleri yasaklaması, önemli şahısların seyâhatlerine kısıtlama koyması
(Hz. Ömer, büyük sahâbeden bazılarının Medîne'yi terketmelerini izne
bağlamış, devletin kendilerine muhtaç olduğunu bildirmiştir), stokçuluğu
ve sun'î fiyat artışlarını önleyici tedbirler alması ve müdâhalelerde
bulunması, gerektiğinde vatan müdâfaası, sosyal adâlet gibi ihtiyaçları
karşılamak üzere varlıklı kimselerden vergi alması bu prensibe
bağlanmıştır.41
III. İnsan Hakları
Bu konudaki açıklamalar
için şu kitabımıza bakınız: Mukayeseli İslâm Hukuku, I, 155-170
1. Tâhâ Huseyn, el-Fitnetü'l-kubrâ, s. 25; Alî
Abdurrâzık, el-İslâm ve'l-usûlu'l-hükm, Kahire, 1925, s. 22, 46, 47, 78,
85, 90.
2. Mecelle, md. 32.
3. Şâh Veliyyullah,
Hüccetullâhi'l-bâliğa, Kahire, ts., s. 38, 60; Prof. Dr. Hüseyin Hatemi,
İnsan Hakları Öğretisi, İst. 1988, s. 104, 119, 131, 153, 170, 229.
4.
Şâh Veliyyullah, age., s. 38-40.
5. Tîn: 95/4-6.
6. İsrâ:
17/13.
7. A'râf: 7/172.
8. Şâh Veliyyullâh, age., s. 59-61.
9.
Secde: 32/7-9.
10. A'râf: 7/172.
11. Yûsuf: 12/53.
12.
Müddessir: 74/38.
13. Kıyâme:75/2.
14. Fecr: 89/27-30).
15.
Şems: 91/7-8.
16. Zâriyât: 51/56; En'âm: 6/165; Hûd: 11/7; Mülk:
67/2.
17. Ahzâb: 33/72.
18. Bakara: 2/30.
19. Bakara: 2/31.
20.
Bakara: 2/34; A'râf: 7/11.
21. İsrâ: 17/70.
22. İnsanın değeri
hakkında bkz. İkbâl, İslâm'da Dînî Düşüncenin Yeniden Doğuşu, İst. 1984,
s. 28-36, 113-125, 133, 159-169, 247; Garaudy, age., s. 20.
23.
İsrâ: 17/84.
24. Ahzâb: 33/72.
25. Zümer: 39/68.
26. İkbâl,
age., s. 123, 161.
27. Lehbâbî, İslâm Şahsiyetçiliği, İst. 1972, s.
43, 87.
28. Garaudy, age., s. 260.
29. İsrâ: 17/13-15.
30.
En'âm: 6/94.
31. Bakara:2/143.
32. Âl-i İmrân: 3/10.
33. Âli
İmrân: 3/103, 105.
34. Mâide: 5/78-80.
35. Mü'minûn: 23/71.
36.
Câsiye: 45/23.
37. Şâtıbî, el-Muvâfakât, Kahire, nşr. Dırâz, c. II,
s. 39, 40, 179.
38. Age., c. II, s. 179, 180.
39. Age., c. II,
s. 176-180.
40. İzzuddîn b. Abdisselâm, Kavâ'idu'l-ahkâm, Kahire,
1968, c. II, s. 188.
41. Ferd-devlet ilişkisi için bkz. F. Osmân,
age., s. 417; 133-146, 185, 194, 417; Dr. Abdulhamîd Mutevellî, Mebâdiu
nizâmi'l-hükm..., İskenderiyye, 1978, s. 323, 337; Garaudy, age.,
s.126-130; Dr. M. el-Kutb, el-İslâm ve hukûku'l-insân, Kahire, 1984;
Prof. Dr. Hatemi, age., s. 159, 184, 227, 300; Dr. H. Fevzî, en-Neccâr,
Kahire, ts., s. 92; İkbâl, age., s. 119, 123, 133, 161.