Şeyhülislâmın
kabine üyelerinden olamayacağı ve yalnız halîfe vekîli ve İslâm
cemâatinin reisi olduğu için kabinede geçici olarak -yani şer'î
mahkemelerden kazâ işleri alınarak büsbütün adliye nezâretine verilmesi
ve meşîhat (şeyhülislamlık) dairesinin hükûmet işlerinden el
çektirileceği zamana kadar- bulunabileceği, buna binaen de Meclis-i
Meb'ûsana gelmemesi gerektiği ileri sürülmüş idi.42
Bu mutâlâaya
göre Osmanlı Hükûmeti meşrûtiyeti kabûl etmekle âdetâ İslâmî hükûmet
olmaktan çıkmış oluyor, İslâm ile yeni medeniyet ve meşrûtiyet usûlünün
telif edilemeyeceği ihsas ediliyor, şeyhülislam ve halîfe birer rûhânî
reis telâkki ediliyor, ayrıca meşrûtiyet vekiller heyeti için muayyen
bir sayının gerekli olduğu kanâati ızhar edilmiş demek oluyordu.
Her
şeyden önce İslâmiyet ruhbanlık esâsına dayanan rûhânî reisliği hiçbir
zaman kabûl etmemiştir. Çünkü hükümleri arasında rûhânîliğe ait bir
meselesi yoktur. İslâmiyet'te rûhânî denecek bir şey varsa ilim ve
marifettir, bilginlerine bilgi sahibi olmaktan başka bir sıfat vermez.
Rûhâniyet, ibâdetlerin rûhî ve vicdânî hissiyattan ibâret olması
inancına dayanan bir felsefenin gerektirdiği bir şeydir ki, buna göre
maddî işlerden hiçbirisi ibâdet olamaz. Meselâ haram yememek için meşrû
yollardan geçimlik kazanmak ibâdet telâkki edilmez. Dünya işlerinden
hiçbirinde âhirete ait sevap gözetilmez. Buna göre de rûhâniyet
anlayışına sahip olanlar ibâdetle meşgul olmak isteyince dünyayı
terketmeye (târik-i dünyalığa) mecbur olurlar.
Bir de rûhâniyet
esasında "hulûl felsefesi"44 mevcût bulunduğu cihetle rûhânî reislere
mukaddeslik ve lâyuhtîlik (yanılmazlık) sıfatları takılır. Bunlar beşer
üstü bir kudrete sahip telâkki edilir ve kendilerine gösterilen saygıda
başka bir renk bulunur.
İslâmî hükümlere göre, Hıristiyanlıktaki
rehbaniyet bile, "Üzerlerine bizim yazmadığımız fakat kendilerinin gûyâ
Allah'ın rızâsını kazanmak için ortaya attıkları rehbâniyete bile gereği
gibi riâyet etmediler; içlerinde inanmış olan kimselere ecirlerini
verdik; ama çoğu yoldan çıkmışlardır"45 âyetinin ifade ettiği üzere,
sonradan uydurulmuş ve ona da riâyet edilememiştir; gerçekte de
medeniyetin ilerlemesiyle siyâsî işlerden el çektirilmeye lüzum
görülmüştür. Bunun içindir ki Avrupa'da yazılmış Hukuk-ı Siyâsiyye
kitaplarının bir bahsini de "rûhâniyetin cismâniyetten ayrılması"
meselesi işgâl eylemiştir. Çünkü mesele İslâmî mizaç bir yana
bırakılarak ele alınmıştır.
Halbuki İslâmiyet rûhâniyet felsefesini
kökünden yıkıp "İslâm'da ruhbanlık yoktur" nassına dayanarak dinlerin
dünya işlerine karışmasına mânî durumların başlıcası olan esaslara sed
çektiği sırada rehbâniyeti de kaldırmış, ictimâî husûsiyetleri teyid,
beşerî mükellefiyetleri birbirine benzer şekilde tanzim ve eşitliği
tahkîm eylemiştir.
İnsanın yaratılışına en uygun din olan
İslâmiyet'in fıtrî oluşu "bir medeniyet dünyasında tatbiki zarûrî" demek
olduğundan, bugün medeniyet İslâmiyet'i, isminden başka bir şekilde
tatbik ediyor ve ne çare ki din olmak üzere tutmuyor. İslâmiyet'in
ibâdetlerinde bile rûhâniyet esası yoktur. Yalnızca iman ve itikâd
kaidelerinde ilim ve mârifet esası vardır. Fakat imânın ilgili bulunduğu
hususlar maddîdir: Namazlar, oruçlar, zekâtlar, haclar, Allah'ın
kullarına hizmetler, insanlarla muâmele ve münasebetlerde helâl ve
haramı ayırmak, adâlet ve eşitliği tatbik, ilim ve mârifet yolunda
koşmak, merhameti her şeye yaymak, insanlığa Allah korkusunun icaplarını
tam tatbike hep maddî denebilir.
Felsefe ve mukayeseli dinler
tarihi kitaplarında görülüyor ki rûhânîler İslâmiyet'i, ibâdetleri maddî
olarak icrâ etmekle ittihâm etmek istiyor ve gerçekte onu takdir etmiş
oluyorlar.
İslâmiyet'te rûhu kabûl etmek rûhâniliği kabûl etmek
demek değildir. Rûhun madde veya maddî olmadığı sabit bile değildir.
Cuma,
bayram ve hacc gibi İslâm'ın şiar ve sembolleri arasında bulunan toplu
ibâdetlerde halkın aydınlatılmasına, ibret almasına, dünya ve âhiretten
haberdar olmasına ve bunun da İslâm birliğini bozmamasına büyük önem
vererek hutbelerde bir siyâsî nokta gözetmiş ve hatîbin tayinini devlet
başkanının iznine bağlamıştır ki, bu da rûhâniyetten ziyade cismâniyet
(maddîlik) ile alâkalıdır. İslâmiyet cemiyetin hukûku ve insanların
muâmelelerinin intizamını temin ile insanlık dünyasının kötülüklerden
arınması, dînî ve uhrevî vazifelerin iyi bir şekilde tevziî ile son
hedef olan saâdete doğru terâkkîsi, hâsılı Allah ve kul haklarının tam
olarak korunması için vazedilmiş bulunan umûmî hükümlerini tatbik
edecek, muâmelât ve ukubât isimleri altında hulâsa edilen siyâsî,
hukûkî, ictimâî, cezâî.. kanunlardan ibâret bulunan hükümlerinin
icrâsını üzerine alacak bir "icrâ kuvveti"nin bulunmasını gerekli görür
ve ona da "imam, halîfe" adını verir.
Halîfe bir taraftan kendisine
bey'at eden ümmetin vekâletini, diğer taraftan kendisinin de diğer teb'a
ferdleri gibi uymaya ve uygulamaya memur ve mecbûr oduğu kanunun Vâzı
ve Şâri'i'nin -icrâ bakımından- niyâbetini (temsîlini) haizdir. Ve
hiçbir zaman şahsî ve müstebit reyi ile o kanunu çiğneyemez. Çiğnerse
milletin hâkimiyeti hükmünü yerine getirir. Buna binâen İslâmiyet'teki
hilâfet, şer'î kanunun icrâ kuvvetinin reisliğinden başka bir şey
olmadığı cihetle rûhânî reisliğe benzemez. Hilâfet meşrûtî-İslâmî bir
hükûmetin reisliği demektir. Bunun için yabancı memleketlerde bulunan
müslümanlar üzerinde velâyeti yoktur. Fakat müslümanlar mânevî bir
bağlılık duygusu beslerler. Galebe ve sulta mânâsını taşıyan saltanat
netice itibârıyla istibdâdı da içine aldığından artık hürriyet devrinde,
kelime olarak meşrûtiyete uygun düşmediği bazı kimselerce vehmedilen
hilâfetin mânâsını meşrûtiyetin gereklerinden olarak tanımak zarûrîdir.
İslâm'ın temel kanununun, herkesçe kabûl edilen adâlet ve eşitlik
prensipleri gereğince, teb'adaki millet ve dinlerin farklılığı bu esasa
hiç mânî olmaz. Çünkü onların bir meşrûtî hükûmet başkanına karşı
durumları değişmiş olmaz. Padişah, imparator, kral isimlerinin muayyen
bir millet tarafından konması bir mahzur teşkil etmezse aynı mânâda
hilâfet kelimesinin İslâm'dan gelmesinin de mahzuru olmaz.
Siyâset-i
şer'iyye kitaplarında açıklandığına göre halîfe, zaman ve mekânın
gerektirdiğine göre kazâ, idâre, askerlik vs. gibi husûslarda müslüman
ve gayr-i müslim vekil ve vezirler teşkil eder. Ve gerektiğinde yalnız
selâhiyet verme (tefvîz) ve icrâ (tenfîz) kendi elinde olmak üzere bütün
başkanlık (imâmet) ve hükûmet işlerini bir vezir-i a'zama, bir
başvekile verir. Bu vekiller arasında ayrı bir rükün (hükûmet üyesi)
olmak ve fakat müslüman bulunmak şartıyle bir kâdı'l-kudât ve
müfti'l-enâm da bulunur.46 Râşid Halîfeler, Emevîler, Abbâsîler,
Selçuklular devirlerinde şeyhülislamlar bu kâdı'l-kudâttan ibâret idi.
Ve hiçbirinde İslâmlar bir rûhânî reis tanımamışlardı.
Eski Osmanlı
teşkilâtında şeyhülislâmlar, husûsî esas vazifelerinde bazı
farklılıklarla beraber yine bu noktadan teşkil olunmuşlar ve bu sûretle
adliye ve maârif işlerine nezaret etmişlerdi. Yani çeşitli dairelere
bölünmüş bulunan hilâfet vazifesinin bazı kısımlarında vekâlet etmekte
idiler. Maârif bakımından medreselere, adliye yönüyle mahkemelere
nezaret ediyorlardı ve vekiller heyeti (hey'et-i vükelâ) kurulduğundan
beri de Sadr-ı A'zam maiyetinde has meclisin (kabinenin) erkânından
(üyelerinden) bulunuyorlardı. Medreselerde sonradan fünûn (müsbet, tabiî
ilimler) kısmının bırakılması yüzünden son teşkilâtta mektepler
açılarak maârif nezâreti kurulmuş ve meşîhatte maârife ait olmak üzere
yalnız medreseler ve mekteb-i nüvvâb (kadı ve naib yetiştiren mektep)
kalmıştır. Devletler ve milletlerarası münâsebetler ve andlaşmalar icabı
memleketimizde görülmesi gereken bazı dâvâların fıkıh kaidelerine uygun
kılınması fedâkârlığında bulunulmadığı için bu gibilere ait olmak ve
"nizâmî dâvâlar" denilen bu gibi meselelerin muhâkemesine mercî bulunmak
üzere "nizâmî mahkemeler" teşkiline sebebiyet verilmiş, bu dâvâlara
mercî olmak için adliye nezâreti kurulmuş ve ta'zîrî (takdiri yönetime
bırakılmış) cezâ dâvâları da buraya verilmiştir. Böylece adlî kuvvet
memleketimizde ikiye bölünmüştür. Bununla beraber muhîtimiz icabı ne
meşîhat dairesinin asıl vazifesi elinden alınmış, ne de nizâmî dâvâlar
fıkhın şümûlüne alınarak adliye nezâretinin lüzumsuzluğu cihetine
gidilmiştir. Bu sebeple kabinemizde iki cihetten bir fazlalık görülüyor.
Birincisi: Ya adliye nezareti yahut da meşihatten biri; ikincisi:
Halîfe tarafından tayin edilmesi bakımından ya Sadr-ı A'zam veya
Şeyhülislâmdan biri...
Buraya kadar arzettiklerimizden anlaşıldığına
göre halîfe vekili olmak yalnız şeyhülislâma ait olmadığı gibi
rûhânîlik ile de ilgisi bulunmadığından şeyhülislâmlar; kabine
üyelerinden ve icra kuvvetinin cüzlerinden birisi bulunmak sıfatından
başka bir şekilde İslâm nazarında yer bulamaz. Ve hiçbir zaman bir
rûhânî reis sayılamaz. Kendisine karşı beslenen husûsî hürmet ise
İslâmiyet'in, ilmin şerefine verdiği ehemmiyetten başka bir şeye
bağlanamaz...
Gerçi meşrûtiyet ile idare edilen ülkelerde hükûmet
(devlet) başkanı yalnız başvekili tayin ediyor ve bazılarında başvekil
aynı zamanda bir vekâleti de deruhte ediyor. Bunu meşrûtiyette değişmez
kanun saydıracak ve Şarkı bu bakımdan da Garbı taklide sevkedecek bir
delil varsa onun da çaresi vardır. Zirâ başvekâlet ile meşîhatın bir
elde toplanmasında bir engel bulunmadığı gibi fazla görülenlerden
birinin diğeriyle birleştirilmesi de mümkündür. Fakat hiçbir şekilde
geçicilik meşîhate mahsustur denemez. Ve denecek olursa İslâmlar o zaman
bir rûhânî reis aramaz. Çünkü İslâm cemâatinin reisi devlet reisinden
başka bir şey olamaz. Devleti bu şekilde bölmek, "devlet içinde devlet"
demektir. Madem ki durum böyledir, şeyhülislâm herhalde millet meclisine
karşı mesul ve gerektiğinde cevap vermeye ve açıklama yapmaya
mecburdur. Hatta İslâm'a göre en büyük mesuliyet bilginlere (ulemâya)
aittir. Şeyhülislâmların meclise gelmesi hiçbir zaman İslâmiyet'e aykırı
değildir. Hatta ihmâl edilerek en mühim bir daireyi istibdâd eline
bırakmak suretiyle suiistimâle meydan verilmesi, makamın papalık gibi
mukaddeslik ve yanılmazlık muâmelesi görmesi, İslâm dîninin temel
felsefesine aykırıdır.
Dînin, halîfeye bile hâkim gösterdiği
"milletin umûmî kuvvetini (millî hâkimiyeti)" hilâfet sıfatının bir
cüz'üne vekil olan zât hakkında küçük göstermek hiç caiz olamaz. Hulâsa
şeyhülislâm devlet memuru olmaktan başka bir şey değildir. Ve bu sıfatla
meclise gelir. Makamına lâyık bir zât ise olduğu kadar hem makamı ve
hem de şahsı itibârıyla alkışlanır. Değil ise yalnız; şahsına ait olmak
üzere hürmet görmekten düşer, hattâ aksi de olabilir.
İşte
halîfesini, düşkün ve fakir bir teb'asıyla aynı seviyede muhâkeme eden
İslâmiyet'in hükmü budur. Bundan ötesi hurâfelerdir.
42. Zamanımızdan 66 sene önce meşhur müfessirimiz M. Hamdi Yazır
(Küçük Hamdi Efendi) tarafından kaleme alınan -sadeleştirerek
sunduğumuz- bu yazıda günümüze de hitap eden kısım "İslâm'da ruhbanlık
olmadığı, kul ile Allah arasında papaz mânâsında vasıta bulunmadığı,
dünya işlerini dürüstlük ve meşrûiyet içinde yürüten bir mü'minin aynı
zamanda ibâdet etmiş olacağı, din ve dünya işlerinin birbirinden
ayrılamayacağı..." hususlarıdır. Beyânu'l-hak, c. 1, Sayı: 22, s. 511
vd.
43. Lâhûtun nâsuta, ulûhiyetin beşeriyete nüfûz ettiğine,
insanın -hâşâ- Tanrıdan bir parça olduğuna inanmak.
44. Hadîd:
57/27.
45. Aynı mânada (lâfız aynı değil) hadîsler için bkz. Dârimî,
Sünen, Kitâbü'n-nikâh, Bâb: 3, İbn Hanbel, Müsned, c. VI, s. 226.
46.
Müfti'l-enâm: Milletin, halkın müftüsü demek olup şeyhülislâmlar için
-bazı devirlerde- kullanılmıştır.