Hukuk Devleti
Kavramı:
Bugün birçok anayasanın bir ilke olarak benimsediği hukuk
devleti kavramı, demokrasinin ayrılmaz bir unsuru olarak telâkki
edilmiştir. Buna göre fertlerin, vazgeçilmez, hiçbir şahıs ve kurum
tarafından çiğnenemez, ihlâl edilemez temel hak ve hürriyetleri vardır.
Fertler gibi devlet de, bütün faaliyetlerinde hukuka tâbî olacak, gücüne
dayanarak fertlerin hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırmak, yahut
sınırlamak bir yana, bunları korumakla yükümlü bulunacaktır. Devletin
hukuka tâbî olması, hukuk karşısında fert ile eşit durumda bulunmasını
ifade etmektedir; bu ise ferdin, gerektiğinde devlete karşı da
korunacağını göstermektedir.
Hukuk dışı veya hukuk üstü bir gücün,
ferdin hak ve hürriyetlerine tecavüz etmesini, hukuk alanına giren
ilişkilerde, hukuk yerine keyfîliğin hüküm sürmesini önlemek üzere
geliştirilen hukuk devleti kavramının, demokrasilerde önemli bir çıkmazı
vardır: Hukûku belirleyen, vazeden kanunları yapma selâhiyeti. Bu
selâhiyet devlete ait olduğuna göre, devletin âdil olmayan, hukûkî
eşitliğe aykırı bulunan, ferde nisbetle kendisine üstünlük sağlayan
kanunları yapmasını kim önleyecektir? Başka bir ifade ile hukuk devleti
ilkesinin teminatı nedir? Anayasa hukukçularının gösterdiği çözüm ve
çıkış kapısı, "devletin hazırladığı kanunların, anayasaya uygun olması
mecbûriyetini getiren" prensiptir. Devletin kanun koyma fonksiyonu,
böyle bir kontrol mekânizmasına tâbî olduğuna göre, anayasa çerçevesi
dışına çıkılmadıkça hukuk devleti ilkesi korunmuş olacaktır.47
Kanâatimize göre bu çıkış kapısı da kapalı gözükmektedir; çünkü
demokrasiyi ve hukûku koruması beklenen anayasalara da birçok
antidemokratik maddelerin girebildiği gerçeği ile karşı karşıya
bulunuyoruz. Anayasaları bizzat halk yapmadığına, şu veya bu şekilde
temsilciler tarafından yapıldığına, halk oylamalarına -özellikle genç
demokrasilerde- çeşitli baskılar, yönlendirmeler, telkinler, köşeye
sıkıştırmalar... karıştığına göre anayasaların doğrudan halk menfâatini
ve fertlerin hukukunu temsil edebileceği, koruyabileceği beklentisi boşa
çıkma tehlikesine mârûz bulunmaktadır.
Tarihî Arkaplan:
Milâttan
önceki asırlarda hukuk devleti kavramı ve uygulaması sözkonusu değildi.
Devletin başında bulunan şahıs, hiçbir kaide ve sınıra tâbî olmaksızın
tasarruflarında hür ve serbest idi; hiçbir kimse bunları tartışma konusu
yapmaya cesaret edemezdi. Müstebid hükümdarlar ile halk arasında sürüp
gelen mücadelenin baskısı altında zamanla birtakım örf ve gelenekler,
devletin selâhiyetine bazı sınırlar getirdi ise de bunlar kâle alınacak
ölçü ve nitelikten uzak bulunuyordu. Hristiyanlık, toplum içinde ve
toplum karşısında ferdin varlık ve kişiliğini ön plâna çıkardı, ancak
ferdin haklarını belirleyen ve devletin selâhiyetlerini sınırlayan açık
seçik kaideler getiremedi; bu sebeple devlet başkanları, eskiden olduğu
gibi sınırsız selâhiyetlerini kullanmaya devam ettiler. Kısmen kilise,
diğer hak ve hürriyetlere açılamadan yalnızca inanç hürriyetine çağrı
ile yetinmek durumunda kaldı.
Ortaçağ boyunca Avrupa'da feodal
sistem hâkim olduğu için, hükümdarların, kayıtsız ve sınırsız
selâhiyetleri genişleyerek devam etti. Onaltı ve onyedinci asırlarda
ortaya çıkan sosyal teoriler, gücünü halkın irâdesinden alan yeni bir
devlet kavramı getirdiler. Bunların tesiri ile halk, yönetici gücün
sınırlanması suretiyle, elinden alınmış bulunan birtakım haklarına
kavuşmak üzere ayağa kalktı. İngiltere, Amerika ve Fransa'da meydana
gelen hareket ve ayaklanmalar, büyük fedâkârlıklara mâlolan mücadeleler
sonunda halk, istibdâdı yenmeyi, demokrasiyi kurmayı, hak ve
hürriyetlerine kavuşmayı başardı. Artık yeni devlet hak ve hürriyetlere
saygı temeli üzerine kuruluyor, bunları korumak devletin varlık sebebini
teşkil ediyordu. Devletin çeşitli güç ve fonksiyonları birbirinden
ayrılarak bağımsızlık kazanıyor, birbirini murâkabe ederek istibdad ve
istismarı engellemeye yöneliyordu. Bundan böyle en büyük güç kanuna ait
bulunuyor, devlet bütün kuruluşları ve fertleri ile kanuna tâbî hâle
geliyordu. Bu gelişmelerden sonra hukuk devleti kavramı tartışma konusu
olmaktan çıkmış, teori ve münâkaşalar bu ilkenin dayanağı ile teminâtı
gibi konulara intikal etmişti.
İslâm'da Hukuk Devleti:
İslâm
amme hukûku ile ilgili klasik kaynaklarda "hukuk devleti" terimine
rastlanmaz; ancak bu, İslâm'da hukuk devleti kavram ve ilkesinin
bulunmadığını da göstermez. Devletin bütün organları, kurum ve
kuruluşları ile hukûka bağlı ve tâbî olduğunu ifade eden bu kavram, en
kâmil mânâsıyla İslâm amme hukukunda söz konusu edilmiş, özellikle örnek
çağlarda uygulamaya konmuştur. Kaynaklarımızda bu kavram "halîfenin
vasıfları, vazifeleri, ülü'l-emre itâatin şartları, Kitâb ve Sünnet
nasslarının bağlayıcılığı, halîfenin azli, azil karşısında direnen
halîfeye isyan..." gibi konularda ele alınmış ve işlenmiştir.
Diğer
sistemler ısrarla devlet başkanının selâhiyetlerinden bahsederken İslâm
amme hukukunda özellikle halîfenin vazifelerinden, sorumluluklarından
(vâcibât) bahsolunmaktadır. Bunun da, incelendiği zaman, "icrâ"
çerçevesine oturduğu görülmektedir. Kaynakların ortak tesbitlerine göre
halîfenin vazifeleri şunlardır: Toplumu (ümmeti) temsilen amme
menfâatini korumak, vatanın müdâfasını, İslâmî hükümlerin uygulanmasını,
adâletin tevzîini, vergilerin toplanıp mahalline sarfedilmesini, amme
hizmetlerinin gerektirdiği vasıf ve sayıda görevliyi tayin ederek halka
hizmet etmelerini sağlamaktır.
İslâm'da vazife ve selâhiyetler birer
emânet olarak kabûl edilmiş, herkesin idaresi altında bulunan kimselere
nisbetle bir çobanın sürüsünden sorumlu olduğu gibi sorumluluk
taşıdığı, bu bakımdan "devlet başkanı, aile reisi, kadın, çocuk,
işveren, işçi" arasında fark bulunmadığı bizzat Rasûlullah (s.a.v.)
tarafından ifade buyurulmuştur.48 İslâm amme hukûku yazarlarından İbn
Teymiyye, devlet başkanının vazife tevzî ederken ehliyet ve liyâkate
riâyet mecbûriyetinden bahsettikten sonra şu satırlara yer
vermektedir49: "Devlet başkanı vazife verdiği, tayin ettiği kişi ile
arasında bir akrabalık, dostluk, başkaca bir yakınlık, mezheb, tarikat,
ırk birliği gibi bir ilişki olduğundan dolayı; yahut ondan bir menfâat
sağladığı, rüşvet aldığı, yahut lâyık olana karşı kin ve düşmanlık
duyduğu için ehliyet ilkesinden sapar, görevi ehli olandan başkasına
verirse Allah'a, Rasûlü'ne (s.a.v.) ve müminlere hıyânet etmiş, şu âyete
muhâtap olmuş bulunur: Ey iman edenler! Allah'a ve Rasûle hıyânet
etmeyin, (sonra) size emânet edilen şeylere hıyânet etmiş olursunuz."50
Kur'ân-ı
Kerîm'de pek çok âyet, Rasûlullah (s.a.v.) da dahil olmak üzere bütün
hüküm ve idare edenlerin, Allah'ın gönderdiği ve koyduğu hükümler
(kanun) ile hükmetmek mecbûriyetinde olduklarını açık ve kesin bir
şekilde ifade etmektedir.51
Bir huzur ve nizâm dîni olan İslâm Allah
ve Rasûlü (s.a.v.) yanında ülü'l-emre (yöneticilere) de itâat
edilmesini emretmektedir.52 Ancak gerek ilgili âyetler ve hadîslerin ve
gerekse uygulamanın ortaya koyduğu bir ilke "Allah'ın emri ve irâdesi
(kanunu) ile çatışan ve çelişen başka bir irâdeye itâat
edilemeyeceğidir." Bu prensibi, şu hadîs-i şerîf, daha açık ve kesin bir
üslûb içinde dile getirmektedir: "Kişi, hoşuna gitse de gitmese de,
yöneticilerin, -Allah'ın kanununa aykırı olmayan- emirlerine itâat
edecektir; eğer Allah'ın emir ve kanununa aykırı bir emir söz konusu
olursa dinlemek ve itâat etmek yoktur!"53
İslâm'da bir şahsın devlet
başkanlığına seçilebilmesi için aranan şartlar vardır; bunlardan biri
de "adâlet" şartıdır. Burada adâletten maksat, devlet başkanının
yalnızca yönetimde ilâhî kanuna tâbî ve bağlı olmasından ibâret olmayıp,
onu her şeyden önce bizzat kendi hayatında uygulaması, bütün
yasaklardan ve haramlardan uzak kalmasıdır. Devlet başkanının ilâhî
kanuna aykırı davranması, yasakları çiğnemesi onun adâlet vasfını
ortadan kaldırır, artık "fâsık" sayılan başkan, başkanlık ehliyet ve
liyâkatini kaybetmiş olur. Müslümanların vazifesi onu, makamından
uzaklaştırmak ve yerine, adâlet vasfı başta olmak üzere diğer ehliyet
vasıflarını taşıyan birisini seçip getirmektir.54
İslâm'a göre gerek
fertlerin ve gerekse bütün kurum ve kuruluşları ile devletin tâbî
olduğu hukûku belirleyen, çerçeveleyen kanunların temeli, anası Kur'ân-ı
Kerîm'in ilgili âyetleridir. Bu âyetler genellikle çerçeve hükümleri
ihtivâ etmekte olup, ancak gerektiğinde detaylara inmektedir. Kur'ân-ı
Kerîm'den sonra Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) Sünnet'i gelir. Sünnet hem ana
kanunu açıklama ve uygulama örnekleri verme, hem de boşlukları doldurma
fonksiyonlarını îfâ etmektedir. Kitap ve Sünnet'in kesin nasslarına
dayalı hukuk karşısında hiçbir kimsenin, hiçbir özel ve tüzel şahsın
imtiyazı veya seçeneği yoktur. Bunlardan sonra ictihada dayalı hukuk
kaideleri ve hükümler gelir. Genellikle müslümanlar, ictihada dayalı
alternatif hükümler karşısında -birini seçip uygulama konusunda- serbest
olmakla beraber, amme nizâmını ilgilendiren sâhada, ülü'l-emrin seçip
usûlüne göre kanunlaştırdığı hükümlere uymak durumundadırlar.
Hukuk
Devletinin Teminâtı:
Demokrasiler hukuk devletinin işleyişini
sağlamak, sapmaları önlemek üzere birtakım tedbirler geliştirmişlerdir;
kanunların anayasaya uygunluğu, mevzûat hiyerarşisi, meclis ve yüksek
yargı organlarının murâkabesi bu tedbirler arasındadır.
İslâm'da
devletin bütün tasarruflarının hukûka tâbî ve uygun olması,
demokrasilerde sözkonusu olan tedbirler yanında ve bunların da üzerinde
yönetilen halkın katkısı ile sağlanmaktadır. Halk devlet başkanını
seçerken (bey'at) Allah'ın, İslâm toplumuna verdiği vazifeleri, onları
temsilen îfâ etmesini şart koşmakta, başka bir deyişle bütün fertlere
yüklenmiş olan bu vazifede (hilâfette), başkanın onları temsil etmesini
istemektedir. İslâm'ın bütün tâbîlerine emrettiği sosyal, siyâsî ve
ahlâkî kontrol (emr-i bi'l-ma'rûf, nehy-i ani'l-münker) vazifesi,
devleti idare edenlerin de fertler tarafından kontrol edilmesini ihtivâ
etmektedir. Buna göre her ferd, devletin ve diğer ferdlerin
tasarruflarının hukûka uyup uymadığını kontrol etmek, uygun hâle
getirmekle yükümlüdür. Buna, başkandan en küçük memura kadar hiçbir
kimsenin itirâz hakkı mevcût değildir. Kezâ hiçbir yönetici ve memurun,
hukûka aykırı davranış bakımından imtiyazı ve dokunulmazlığı yoktur.
Demokrasilerde
devletin, anayasa dahil bütün kanunları çıkarma ve değiştirme
selâhiyeti sözkonusudur. Devlet, özellikle anayasaların vaz'ında ve
değiştirilmesinde halkoyuna başvurursa da, bunun her zaman, halkın
menfâat ve irâdesini tam olarak aksettirdiğini söylemek mümkün değildir.
İslâm'da ise devlet başkanı, meclisi, bürokrasisi ve halkı ile bütün
ümmetin tâbî olduğu, kimsenin keyfine göre değiştiremeyeceği bir kanunun
belirlediği hukuk, toplumun ve devletin de üstünde bulunan bir kanun
vardır: Kitab ve Sünnet'in nasslarına dayalı kanun. İşte hukuk bu
kaynağa (Allah'a) dayanmaktadır. Hukûkun bu kaynağa dayanması, istismar
ve haksızlıkları, hukuktan sapmaları önleyici bir teminât olmakla
beraber, ilâhî hukûkun değişmezliği toplumu sıkıntıya sokmaz mı şeklinde
bir soru söz konusu olabilir. İslâm bu mutasavver problemi şu
tedbirlerle çözmüştür:
a) Kur'ân ve Sünnet'in ortaya koyduğu
değişmez kanunlar, her çağda uygulanabilirliği bulunan temel ve çerçeve
kanunlardır (Yönetimin danışma ile olması, akitlerin karşılıklı rızâya
dayanması, adâletin ve dengenin korunması gibi.).
b) Kısmen
teferruâta inen maddeler, toplumun içine düştüğü şartlar, değişme ve
gelişmeler yüzünden uygulanamaz olursa zarûret prensibi devreye girer;
İslâm tâbîlerini sıkıntıya sokacak hiçbir bağlayıcı mevzûatı devamlı
kılmamıştır.
Sonuç olarak İslâm'da devlet başkanına ve onun şahsında
devlete tanınan selâhiyet ve verilen vazifeler gözönüne alındığında
"İslâm devletini" ne mutlak yönetimler, ne de kuvvetler ayrılığı vb.
tedbirlere dayalı sınırlı yönetimler çerçevesine sokmak mümkündür.
Hilâfet rejimi orijinal, nev'i şahsına münhasır bir rejimdir. Onu
istibdaddan uzaklaştıran, demokrasilerden daha fazla hukûka bağlı kılan
ilke ise, temeli bakımından "beşerüstü bir hukuka uyma mecbûriyetidir."
Uygulamalı Bazı Örnekler:
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Allah'tan
vahiy yoluyla alıp tebliğ ettiği Kur'ân-ı Kerîm'in hükümlerini, bir
kanun olarak kendisine, ailesine ve ümmetine uygulamış, gerektiğinde
külfetin ve fedâkârlığın en büyüğünü kendisi yüklenmiş, hiçbir
tasarrufunda hukuktan ve adâletten sapmamıştır. Mekke fethi sırasında,
Kureyş'in Mahzûm koluna mensup bir kadın hırsızlık yapmış, kabîle bunun
cezalandırılmasını şerefleri için bir leke sayarak, Hz. Peygamber'in çok
sevdiği Üsâme b. Zeyd'i aracı kılmışlar, cezanın uygulanmamasını
istemişlerdi. Allah Rasûlü (s.a.v.) Üsâme'ye hitâben "Allah'ın koyduğu
bir cezâyı uygulamayayım mı istiyorsun?" diye serzenişte bulunmuş, sonra
halkı toplayarak şöyle demiştir: "Sizden öncekilerin mahvolup
gitmelerine sebep şudur ki, içlerinden asâlet sahibi birisi hırsızlık
ederse ona dokunmaz, serbest bırakırlardı, zayıf birisi hırsızlık ederse
onu cezâlandırırlardı; Allah'a yemin ederim ki, kızım Fâtıma hırsızlık
yapsaydı onu da aynı şekilde cezâlandırırdım!"55
İlk halîfe Ebû Bekr
(r.a.), başkan seçildikten sonra halka şu hitâbede bulunmuştur: "Ey
insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde başkanınız oldum; iyi yaparsam
bana yardım edin, kötü yaparsam beni düzeltin. Doğruluk emânet, yalan
hiyânettir. Zayıf olanınız, başkasından onun hakkını alıncaya kadar
benim nezdimde güçlüdür; güçlü olanınız da, başkasının hakkını ondan
alıncaya kadar benim nazarımda zayıftır... Ben Allah'a (kanuna, hukuka)
itâat ettiğim müddetçe siz de bana itâat edin, ben Allah'a itâatten
ayrıldığım zaman bana itâat size borç değildir..."56
Hz. Ömer de bu
mealde bir konuşma yaparken cemâatten birisi doğrularak "Sen hukuktan ve
doğruluktan saparsan seni şu kılıçla yola getiririz" demiş; Hz. Ömer bu
davranış karşısında Allah'a şükretmiştir.
Birinci halîfe, devlete
zekât vermekten imtinâ edenlere karşı asker sevketmeye teşebbüs edince
Hz. Ömer buna itirâz etmiş ve yasakları çiğneseler bile müslümanlar
üzerine asker sevkedilemeyeceğini hadîs ile isbat etmek istemişti. Hz.
Ebû Bekr bu itirâzı delil ile karşılayarak tartışmış, Allah hakkı olan
namaz ile maldan dolayı borç ve kul hakkı olan zekâtı ayıran ve böylece
İslâm'ı tahrif edenlere müeyyide uygulamanın hukûkî olduğunu isbat
etmiş, ancak bundan sonra harekâtı gerçekleştirmiştir.57
Uyeyne
isimli birisi, Hz. Ömer'in şûrâ üyelerinden biri olan el-Hurr
vâsıtasıyle Halîfe'den randevu almış, konuşma esnasında onu, âdil
davranmamak ve haklarını vermemekle suçlamıştı. Hz. Ömer bu ittiham
karşısında Uyeyne'yi cezâlandırmaya kalkışınca el-Hurr, cahilliği
yüzünden böyle davrananların bağışlanması gerektiğini bidiren bir âyet
okudu, Hz. Ömer hemen niyetinden vazgeçti. Bu vâkıayı nakleden İbn Abbâs
şöyle diyor: "el-Hurr âyeti okuyunca Ömer olduğu yerde kaldı; çünkü
Allah'ın Kitâbı'ndan bir milim dışarı çıkmazdı."
Hz. Alî, Hz. Osmân
ve Hz. Abbâs, Rasûlullah (s.a.v.)'in vârisleri olarak Hz. Ömer'e
başvurmuş ve terikesinin kendilerine paylaştırılmasını istemişlerdi.
Bunlara büyük sevgi ve saygısına rağmen Hz. Ömer, Rasûlullah (s.a.v.)'in
bir hadîsini okudu, burada onun malına vâris olunamayacağı, terikesinin
yoksullara ait olduğu" ifade buyuruluyordu, buna dayanarak isteklerini
geri çevirdi, ancak bu amaçla kullanacaklar ise verebileceğini söyledi.
Hz.
Alî minber üzerinden halka hitap ediyordu, elinde bir kılıç ve kılıcın
sapına bağlı bir yazılı metin vardı: "Elimizde, okunan (ve uyulacak
olan) iki metin vardır; biri Allah'ın Kitâbı, biri de şurada yazılı olan
hadîsler" dedi.
Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, Emevî halîfelerinden
Abdulmelik'e bey'at ettiğini (onun halîfe olarak seçilmesine râzı
olduğunu ve oyunu bu yönde kullandığını) bildiren bir mektup yazmıştı.
Bu mektupta bey'atını ve şartını şu şekilde dile getirmiştir: "Allah'ın
ve Rasûlü'nün (s.a.v.) yolundan ayrılmamak üzere (ayrılmaman şartıyle),
gücümün yettiği kadar seni dinleyip itâat edeceğime söz veriyorum."
Büyük
muhaddis Buhârî, kitabının el-İ'tisâm bölümünde Allah Rasûlü'nün
(s.a.v.) ve onun örnek halîfelerinin istibdâda sapmadıklarını, hukuktan
ayrılmadıklarını, yönetimlerini devamlı olarak danışma yoluyla
yürüttüklerini örnekleri ile ortaya koyduktan sonra şu cümleye yer
vermektedir: "Hz. Peygamber'den (s.a.v.) sonra gelen devlet başkanları
(imamlar), halk için en uygun ve kolay olan mübâhı bulup uygulamak üzere
daima güvenilir âlimler ile istişarede bulunurlardı. Kitap ve Sünnet'in
hükmü açıkça ortaya çıkınca, Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) yoluna uyarak bu
hükmü (kanunu, hukuku) harfiyyen uygular, asla başka yola
sapmazlardı."58
İslâm tarihinde zaman zaman, yöneticilerin, hukuk
devleti prensibinden saptıkları, keyfî uygulamalar yaptıkları olmuşsa
bunun kusurunu onlarda aramak, onlara ve denetimi ihmâl eden ulemâ ile
halka yüklemek, İslâm'ı bu kusurdan tenzîh etmek insâf ve adâletin
gereği olacaktır.
47. Orhan Aldıkaçtı,
Anayasa Hukûkumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası, 3. Baskı, İst. 1978, s.
189.
48. Buhârî, Cum'a, 11, Vasâyâ, 9; Müslim, İmârah, 20.
49.
es-Siyâsetü'ş-şer'iyye, Bombay, 1306, s. 4.
50. Enfâl: 8/27.
51.
A'râf: 7/3; Enfâl: 6/106; Bakara: 2/213; Mâide: 5/44-47.
52. Nisâ:
4/59.
53. Buhârî, Ahkâm, 4, Cihâd, 108; Müslim, İmârah, 38; Ebû
Dâvûd, Cihâd, 87.
54. Mâverdî, el-Ahkâmu's-sultâniyye, Kahire, 1960,
s. 17; M. Faruk Nebhân, Nizâmu'l-hükm, Beyrut, 1988, s. 38-39.
55.
Buhârî, Hudûd, 12.
56. Süyûtî, Târihu'l-hulefâ, s. 69.
57.
Bundan sonraki örnekler için bkz. Buhârî, İ'tisâm, 2-5 vd.
58. Bâb:
28.