İslami Bilgiler Paylaşım Sitesi
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

İslami Bilgiler Paylaşım Sitesi

http://islami.webyardim.org
 
AnasayfaKapıLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Kur'ân'ın Getirdiği Cemiyet ve Hukuk Nizâmı

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
usok22
kurucu
usok22


Mesaj Sayısı : 8175
Kayıt tarihi : 22/05/10
Yaş : 36
Nerden : Bursa

Kur'ân'ın Getirdiği Cemiyet ve Hukuk Nizâmı  Empty
MesajKonu: Kur'ân'ın Getirdiği Cemiyet ve Hukuk Nizâmı    Kur'ân'ın Getirdiği Cemiyet ve Hukuk Nizâmı  Icon_minitimePerş. Şub. 10, 2011 2:03 pm

Giriş:
Kur'ân-ı Kerîm'i Son Peygamber (s.a.v.) ile insanlara
göndermekten ilâhî maksat yine bu Yüce Kitâb'ın birçok âyetinde dile
getirilmiştir: Gerek kaynağında ve gerekse muhtevâsında hiçbir şüphe
bulunmayan bu Kitâb Allah'a kul olmak isteyenler için rehberdir (2/2),
diğer insanlar için de yol gösterici, doğruyu yanlıştan ayırmada
ölçüdür, aydınlatıcıdır (2/184), insanlar için gerekli bir açıklama,
inananlar için rehber ve öğüttür (3/138), insanları Allah'ın izni ile
karanlıklardan aydınlığa çıkarmak, Allah'ın yoluna ulaştırmak için
gönderilmiştir,(14/1) insanlara gerçekleri hatırlatmak (74/54) ve
düşündürmek için indirilmiştir (12/2), Allah'tan öğüttür, gönüllerin
derdine devâdır, hidayet rehberidir ve rahmettir (10/57)... Kur'ân-ı
Kerîm'in üslûbu ve muhtevâsı da bu maksada uygun düşmüştür; âyetlerin
büyük bir kısmı yanlış inanç ve düşünceleri düzeltmeye, Allah'ın râzı
olduğu, insanın fıtratına ve yaratılış maksadına uygun iman, ibâdet ve
hayat nizâmına yöneliktir. Maksat budur, deva buradadır, üslûbun
güzelliği, mûcize bilgi ve haberler ise Kur'ân'a imanı ve güveni
sağlamak için birer vesiledir.
Hayatında hiçbir öğrenim görmemiş,
söylediklerini öğrenecek kadar -bunları bilen- birisi ile beraber
olmamış bir Ümmî (s.a.v.), Allah'ın vahyidir diye bir kitap getirmiş ve
bu kitabın içindekiler makûl, doğru, tutarlı olmuş, asırlar boyu
insanların yollarına ışık tutmuş, onlara en mükemmel hayat nizâmını
sunmuş ise yalnızca bu vâkıa o Peygamber'in (s.a.v.) ve bu Kitâb'ın hak
olduğunu, Allah'tan geldiğini, yaşayan bir mûcize olduğunu isbata
kâfidir. Bu tebliğde doğrudan Kur'ân-ı Kerîm'e ve hayata bakarak
Kitâb'ın bu özelliklerini ortaya koymaya çalışacağız.

I.
Kur'ân'a Göre İnsan:
İnsanoğlu düşündüğü müddetçe kendini aramış,
nereden gelip nereye gittiğini, bu dünyada işinin ne olduğunu bilmeye,
öğrenmeye çalışmıştır. Bu sorulara cevap arayanlar genel çizgileri
itibârıyla iki grup oluşturmuşlar; bir grup yalnızca aklına ve duyu
organlarına dayanarak bu büyük meçhulleri çözmeye çalışırken ikinci grup
aynı zamanda vahye, doğru haberciye kulak vermişlerdir.
Vahye,
ilâhî rehberliğe inanmayan grubun varlık problemi konusunda bugün
ulaşabildikleri nokta şu olmuştur: Her şey bir tesadüfün sonucudur,
canlıların ilk hücresi de böyle bir tesadüf sonu meydana gelmiş, bu,
hücre tekâmül etmiş, sonunda bir çeşit maymunun boyu biçimi düzelmiş,
kılları dökülmüş, kuyruğu düşmüş ve insan oluvermiştir. İnsan için
metafizik bir uzantı, başka bir âlemde ebedî bir hayat söz konusu
değildir, doğar, yaşar ve ölür; hepsi bundan ibârettir, bu sebeple de
hayatın gâyesi olsa olsa ondan âzamî zevk almak, imkânlar elverdiği
ölçüde ondan, bedenî hazlar adına faydalanmaktır. Asırlar boyu süren
fikrî ve ilmî mesâîden sonra ulaşılan bu sonucun, binlerce yıl önce
yalnızca aklına güvenenlerin inanç ve düşüncelerinden hiçbir farkı ve
ileri tarafı yoktur; onlar da Kur'ân diliyle peygamberlerine şöyle
diyorlardı: "Hayat dünya hayatımızdan ibârettir, kimimiz ölür, kimimiz
yaşar, (öldükten sonra) bir daha diriltilecek de değiliz" (23/37).
Yalnız başına aklın bulduğu bu çözüm yine aklı tatmin etmemiş olmalıdır
ki, dünya hapishanesinde ölüme kadar mahkûm ve mahbûs olan insanlar
kurtuluşu ve mutluluğu uyuşturucuda arar olmuşlar, insanın fıtrat ve
tabîatında saklı bulunan metafizik endişeyi böylesi bir vâsıta ile
uyutma yoluna girmişlerdir.
Kur'ân-ı Kerîm'e göre insan ne melektir,
ne de konuşan hayvandır. Onu Allah Teâlâ önce özel bir çamurdan
yaratmış, sonra üremesini sperm ile yumurtanın aşılanması ve sonraki
gelişmeler şeklinde sağlamıştır. (32/7). Bütün insanların kökeni birdir
ve bu asla hayvan değildir (4/1); yine hayvanlardan farklı olarak insan
başıboş (sorumsuz, amaçsız) bırakılmamış (75/36), onun omuzlarına
göklerin ve yerin taşımaktan korktukları büyük bir emânet yüklenmiştir
(33/72); bu emânet tek kelime ile hilâfettir, yeryüzünde Allah'ın irâde
ve hükümranlığını yaşamak, koruyup kollamaktır, Şu hâlde Kur'ân'a göre
insan, "yeryüzünde hâlî olan varlıktır" (2/30). Her insan bu yüce
emâneti, bu şerefli selâhiyeti taşıyabilecek şekilde donatılmış ve buna
namzet olarak yaratılmıştır; çünkü onu Allah biçimlendirmiş, rûhundan
ona üflemiş ve duyu organları yanında akıl ve gönül gözü gibi bilgi
vâsıtaları vermiştir(32/9). Kur'ân-ı Kerîm'in insanlar için öngördüğü
cemiyet ve hukuk nizâmı da bu çerçeveye; yani insanın mâhiyet ve
amacına, yaratılış maksadına uygun düşmüştür.

II. Cemiyet
Nizâmı:
Sünnetullah (beşerî ve ictimâî hayatın kanun ve kaideleri)
gereği insan, gerek yaşamak ve gerekse yükümlülüklerini yerine getirmek
ve yaratılış maksadını gerçekleştirebilmek için küçükten büyüğe doğru
sosyal gruplara muhtaçtır. Kur'ân-ı Kerîm'e göre bunları aile, yakından
uzağa komşular (sokak, mahalle), akraba zümresi, bölge halkı, millet
(kavim), ümmet ve insanlık şeklinde sıralamak mümkündür. Bu grupları
oluşturan sosyal râbıtalar farklı olmakla beraber ümmetin râbıtası olan
din ve ideoloji diğerlerine de hâkim gözükmektedir. Ailede içgüdü ve
sevgi, diğerlerinde ihtiyaç, işbirliği ve işbölümü gibi sosyal râbıtalar
vardır; Kur'ân-ı Kerîm bütün bu râbıtaları tabiî saymış, gerek zümre
içi ve gerekse zümreler arası sosyal ilişkilerde din ve ahlâk
prensiplerinin hâkim olmasını, ilişkileri bu prensiplerin
yönlendirmesini istemiştir. Aileden insanlık dünyasına kadar bütün zümre
ve cemiyetlerde hâkim olması istenen prensipleri beş maddede
özetleyebiliriz: İnsanın değeri ve saygınlığı, adâlet, genel
yardımlaşma, insanlara karşı merhamet ve dostluk, insanlığın lehine ve
faydasına olanların kazanılması, aleyhine olanların ortadan
kaldırılması.

1. İnsanın değeri ve saygınlığı:
Kur'ân-ı
Kerîm'in insana verdiği değeri, onun kökeni ve yüklendiği mukaddes
vazifeler açısından ele almıştık. Şu âyet meâli ise Allah nezdinde
insanın değerini daha bir açıklıkla ortaya koymaktadır: "Biz hakikaten
insanoğlunu değerli (şerefli) kıldık, onları karada ve denizde (çeşitli
vâsıtalarla) taşıdık (taşıma ve taşınma imkânı verdik), onlara güzel ve
faydalı şeyleri rızık olarak verdik ve kendilerini yarattıklarımızın
çoğundan üstün kıldık" (17/70).
Kur'ân-ı Kerîm'e ve onun gerek Hz.
Peygamber (s.a.v.) ve gerekse müctehidler tarafından yapılan yorumuna
göre bu değer insana, insan olduğu için verilmiş, bu bakımdan insanlar
arasında fark gözetilmemiştir; çünkü her insan ilâhî rûhun esintisini
taşımakta, Allah'ın yeryüzünde halîfesi olma kâbiliyetine sahip
bulunmaktadır. Bu bakımdan hür köle, kadın erkek, müslüman gayr-i
müslim, zengin fakir, üst ast arasında fark yoktur. İslâm insana böyle
baktığı içindir ki:
a) O günün toplumlarına yerleşmiş bir âdet ve
müessese olarak bulduğu köleliği zaman içinde tamamen ortadan kaldırmak
için gerekli tedbirleri almış, o zamana kadar da köleye insanca, hatta
kardeşçe muâmele edilmesini istemiştir. Sahibi köleye "kölem, kulum"
demeyecek, "oğlum, yiğidim" gibi tatlı sözler kullanacaktır. Ona
yediğinden yedirecek, giydiğinden giydirecek ve ağır iş yüklemeyecektir.
Hiçbir hür insan köle hâline getirilmeyecek, mevcut köleler de her
vesile ile hürriyetlerine kavuşacaklardır: Müslümanın kölesine tokat
atması, bazı şekillerde yemin etmesi, Ramazan'da kasden oruç bozması,
kazara bir şahsın ölümüne sebep olması kölesinin hürriyete kavuşmasının
kaçınılmaz sebepleridir. Ayrıca devlet, zekât gelirinin bir kısmı ile
köleleri sahiplerinden alıp hürriyete kavuşturmakla yükümlü kılınmış ve
bizzat kölelere de sahipleriyle anlaşıp bedellerini ödeyerek hürriyete
kavuşma hakkı tanınmıştır.
b) Kur'ân'a göre insanların dil ve
renklerinin farklı olması Allah'ın irâdesi ve kudreti gereğidir, aynı
kökten gelen insanlar arasındaki bu farklılık O'nun ilim, kudret ve
san'atının bir başka alâmetidir (30/22; 35/28); üstünlük ırka, renge,
soya, mevki ve servete değil; ahlâk, fazîlet ve takvâyâ bağlıdır
(49/13); bilgi ve güç sahibi olanların, gelişmişlerin vazifesi,
bilmeyenleri, zayıfları, geri kalmışları sömürmek değil, onlara hakkı,
doğruyu, faydalıyı öğretmek, seviyelerini yüceltmeye çalışmaktır(5/2).
c)
Dîni, dili, rengi, sosyal mevkiî ne olursa olsun her insan yaşama,
çalışma, kazanma hakkına, inanç ve söz hürriyetine sahiptir, Allah'ın
kulları bu hak ve hürriyetleri temin uğrunda mücadele etmelidirler
(8/39; 2/256).

2. Adâlet:
Sosyal ilişkilerde hâkim olması
gereken ikinci prensip adâlettir. Allah'ın insanlığa bahşettiği güç ve
imkânların, toplum tarafından dengede tutulması, bu denge içinde
herkesin hakkını alması, insanlığını gerçekleştirebilmesi mânâsındaki
adâlet, Kur'ân-ı Kerîm'de bütün nevileri ile ele alınmış ve
gerçekleştirilmesi istenmiştir. "Şüphesiz Allah adâleti, iyiliği ve
yakınlara vermeyi (yardımı) emreder; hayasızlığı, kötülüğü ve taşkınlığı
yasaklar" (16/90) meâlindeki âyet İslâm'ın hukuk, ahlâk ve cemiyet
nizâmının temelini teşkil etmekte, "hukûkî, sosyal ve milletlerarası"
nevileri ile adâleti başa almaktadır.
a) Kur'ân-ı Kerîm'in adâlet
emri hukuk sâhasında "kanun karşısında herkes eşittir" şeklinde tecellî
etmiş, bilhassa örnek asırlarda bu prensip aynen uygulanmıştır. İlk
halîfenin ilk hitâbesinde "Güçlüler, başkalarının hakkını onlardan
alıncaya kadar nezdimde zayıftır, zayıflar ise başkalarından onların
hakkını alıncaya kadar nezdimde güçlüdür" buyurması; onlara bu adâlet
ahlâkını kazandıran Yüce Peygamber'in (s.a.v.), hem de çok sevdiği Üsâme
b. Zeyd'e karşı "Allah'ın koyduğu bir cezâyı önlemek için aracılık mı
ediyorsun?" diye çıkışması ve sonra da halka dönerek "Bazılarınıza ne
oluyor da Allah'ın koyduğu bir cezâyı önlemek için aracılık ediyor?
Sizden öncekilerin mahvolmasına sebep yalnızca şudur ki, onlar ileri
gelenlerden biri hırsızlık ederse ona dokunmazlar, arkası bulunmayan
zayıf çalarsa onu cezâlandırırlardı; Allah'a yemin ederim ki eğer
Muhammed'in kızı hırsızlık etse onu da cezâlandırırdım" buyurması;
ikinci halîfenin, tavâf esnasında eteğine bastı diye bir genci
tokatlayıp burnunu kıran bir vâlîye -gencin şikâyeti üzerine- kısas ile
hükmetmesi yani gence, vâlîyi affetmediği takdirde karşılık olarak onun
burnunu kırma selâhiyeti vermesi bu uygulamanın pek çok örneğinden
yalnız birkaçıdır.
Hukukta adâletin İslâm'a ve Kur'ân'a özgü bir
tecellîsi de cezâ konusunda hür ile kölenin farklı tutulması ve kölenin
sosyal çevresi, eğitim eksikliği, üst-ben şuurunun zayıflığı göz önüne
alınarak cezâsının yarıya indirilmesidir (4/25). Halbuki meselâ Roma
Hukuku'nda köle zînâ ederse öldürülür, asillerden biri zina ederse mâlî
cezâ ile yakasını kurtarırdı.
b) Sosyal adâlet: Kur'ân-ı Kerîm'in
talîm ve telkîni çerçevesinde İslâm'ın getirdiği sosyal adâlet, toplum
içinde her ferdin insanca yaşama, kabileyetlerini ortaya koyup
geliştirme imkân ve fırsatını bulması ile gerçekleşmektedir. Sözün
başında özetlediğimiz Kur'ân'ın insan anlayışı ve insanları
değerlendirirken kullandığı ölçü, müslüman toplumlarda sınıfların
oluşmasını önlemiştir. İslâm, toplum içinde bir sosyal sınıf teşkil
etmemek üzere "fakirlerin, zenginlerin, ilim, fazîlet ve beceri
bakımından farklı insanların" bulunmasını tabîî bulmakta, bunda büyük
hikmetlerin bulunduğuna işaret etmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in istediği
fakirliği ortadan kaldırarak bütün insanlar arasında ekonomik eşitlik
sağlamak değil, fakirlerin tabîî ihtiyaçlarını temin etmek ve fakirliğin
insanlar üzerindeki olumsuz tesir ve sonuçlarını, etkili tedbirlerle
önlemektir. Bu tedbirlerin başlıcaları şunlardır:
aa) Çalışma imkânı
olanlara iş bularak çalışıp üretmelerini ve bu yoldan ihtiyaçlarını
gidermelerini sağlamak.
ab) Toplumun vasıfsız emekten mühendisliğe,
eğitime, yönetim ve askerliğe kadar çeşitli iş ve faaliyetlere
ihtiyacını göz önüne alarak fertlerin, ehil ve kâbiliyetli bulundukları
sahada çalışıp verimli olmalarını sağlamak.
ac) Çalışarak,
kâbiliyetini geliştirerek ihtiyaçlarını gideremeyenlerin insana yakışan
bir hayat ve refah seviyesinde yaşamalarını sağlamak. Bunun da en önemli
kaynakları beytülmâl (devletin hazinesi, malvarlığı), zekât ve yakınlar
arasındaki nafaka mükellefiyetidir.
c) Milletlerarası adâlet: İslâm
toplumunun diğer toplumlarla ilişkisi iyilik ve dostluk, adâlet ve
misilleme, anlaşmalara sadâkat temelleri üzerinde kurulmuştur.
Birinci
temel şu âyete dayanmaktadır: "Allah Teâlâ sizi, din sebebiyle sizinle
savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara karşı iyi ve âdil
davranmaktan menetmez; şüphesiz Allah âdil olanları sever; Allah sizi
ancak din sebebiyle sizinle savaşan ve sizi yurdunuzdan çıkaranları dost
edinmekten meneder; onlarla dostluk kuranlar zâlimlerin tâ
kendileridir." (60/Cool. İslâm'da, diğer milletlerle iyi ilişkilerin
bozulmasına, barış hâlinin savaşa dönüşmesine sebep, onların halka
zulmetmeleri, din ve vicdan hürriyetini tanımamalarıdır. İslâm ümmeti,
yüklendiği emânet gereği bu duruma müdahale etmek ve zulmü ortadan
kaldırmakla mükelleftir (8/39). Karşı tarafın zulmü veya saldırısı
sebebiyle savaş hâli ortaya çıkınca ilişkinin ikinci temeli olan
misilleme ve adâlet de kendini gösterir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm şöyle
buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adâletle
şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma karşı duyduğunuz kin sizi âdil
davranmamaya itmesin. Adâlete riâyet edin, takvâya en yakışanı da
budur, Allah'ın haklarına saygı gösterin, şüphesiz Allah
yaptıklarınızdan haberdardır." (5/Cool "Size tecavüz edene (haklarınızı
çiğneyenlere) siz de aynı ölçüde (misli misline) karşılık
verin..."(2/194)
Şu üç âyet hem ahde vefâ, anlaşmalara sadâkat
prensibini getirmekte, hem de insanlığın çeşitli milletlere
ayrılmasının, kimilerinin diğerlerinden daha güçlü olmasının
hikmetlerine işaret etmektedir: "Andlaşma yaptığınız zaman Allah'ın
ahdini yerine getirin ve Allah'ı üzerinize şahit tutarak yeminleri
pekiştirdikten sonra bozmayın, şüphesiz Allah yapacaklarınızı hakkıyle
bilmektedir. İpliğini sağlamca büktükten sonra çözüp bozan (kadın) gibi
olmayın. Bir ümmet, diğer bir ümmetten daha fazla (güçlü) olduğu için
yeminlerinizi aranızda hıyânete âlet etmeyin, Allah bununla (size
verdiği güç ile) sizi imtihan etmektedir ve şüphesiz kıyamet gününde,
ihtilâf ettiğiniz konuları size açıklayacaktır. Allah dileseydi hepinizi
bir tek ümmet kılardı. Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de
doğru yola iletir. Yaptığınız işlerden mutlaka sorguya çekileceksiniz"
(16/91-93)

3. Yardımlaşma:
Kur'ân-ı Kerîm'in ve buradan
hareketle İslâm'ın müslümanları kimi yerde yükümlü kıldığı, kimi yerde
teşvik ettiği yardımlaşma dar aileden insanlık ailesine kadar bütün
insanları kucakladığı içindir ki buna "genel yardımlaşma veya insânî
yardımlaşma" demek uygun olacaktır.
Ailede eşler ve çocuklar
yardımlaşır, hayatın acısına, tatlısına beraberce göğüs gerer ve
dengeli, âdil bir işbirliği içinde yükleri paylaşırlar. "Kadınların
yükümlülükleri (vazifeleri) ölçüsünde hakları da vardır" (2/228).
"Kadınlar sizin için elbisedir, siz de onlar için elbisesiniz" (2/187).
"Kendileriyle huzur bulmanız için size kendinizden eşler yaratıp da
aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi O'nun varlık işaretlerindendir"
(30/21). "De ki, Rabbim, onlar (anam ve babam) beni küçük iken nasıl
bakıp büyüttüler ise sen de onlara rahmetinle muâmele buyur" (17/24).
Komşular,
fark gözetmeksizin aralarında yardımlaşırlar: "Allah'a kulluk edin ve
O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya, akrabaya, yetimlere,
yoksullara, yakın komşuya (eş, dost, akrabaya), uzak komşuya, yolcuya,
ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın..." (4/36). Âyetin
emrettiği ihsan ve iyilik "iyi geçinme, yardımlaşma, ortak ve meşrû
menfâati kollama, zararı defetme, dayanışma" gibi bütün ihsan nevilerini
içine almaktadır. Bunu hak etmek için de yalnızca komşu olmak yeterli
görülmüştür. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Komşu üç
kısımdır: Müslüman ve akraba olan komşunun 'akrabalık, komşuluk ve
müslümanlık' hakları vardır; müslüman olan komşunun 'müslümanlık ve
komşuluk' hakları vardır; müslüman olmayan komşunun da 'komşuluk' hakkı
vardır."
İslâm toplumunun fertleri bu sıfatları ile yardımlaşırlar.
Toplumun, maddî ve mânevî bakımlardan güçlü olması, faydalıyı celbedip
zararlıyı defedebilmesi, ihtiyaç duyulan bütün sektörleri kurabilmesi ve
hizmetleri üretebilmesi için yardımlaşması, işbirliği yapması, devletin
de bunu sağlaması farzdır. İslâm toplumu (ümmeti) var oldukça hiçbir
fert aç, açık, çıplak, borçlu, yolda, esir, muhtaç ve mahrum
kalmayacaktır; kalırsa bundan bütün toplum fertleri sorumludur. Bu
hükümleri getiren âyet ve hadîsler sayılamayacak ölçüde zenginlik
arzetmektedir.
İslâm ümmetinin de aralarında bulunduğu ümmetler
(milletler) topluluğu, aralarında yardımlaşacaklardır. Milletlerarası
adâleti açıklarken zikrettiğimiz âyetler yanında şu âyet meâli, bu
prensibe ışık tutmaktadır: "Ey insanlar! Şüphesiz sizi, bir erkek ile
bir dişiden yarattık ve tanışmanız için büyük, küçük topluluklara
ayırdık. Allah nezdinde en değerliniz, O'nun haklarına en fazla saygı
göstereninizdir" (49/13). İyilik konusunda yardımlaşmayı emreden nasslar
yanında bu âyet de toplumların birbiri ile tanışmasını, dayanışmasını
ve bilgi alış verişinde bulunmasını istemekte; kabîle, kavim, millet
şeklinde bölünmeleri bu hikmete bağlamaktadır.

4. Dostluk ve
merhamet:
Buraya kadar zikredilen âyetler ve benzerleri ile bunları
açıklayan hadîsler, toplumun fertleri, zümreleri ve toplumlar arasındaki
ilişkinin dostluk ve merhamet esaslarına dayanmasını istemekte,
uygulama da bunu desteklemektedir. Aile fertleri, yakınlar ve komşular
birbirine dosttur ve merhamet duygusu beslerler. Bütün müminler
dostluktan da öte birbirinin kardeşidir ve birinin derdi, acısı hepsinin
derdi, acısıdır (49/10), diğer millet ve ümmetler de birbiri ile
akrabadır; çünkü aynı kökten gelmişlerdir, bir tek ümmetin zamanla
ayrılmış, ihtilâfa düşmüş kollarıdırlar (2/213); şu hâlde aralarındaki
ilişki dostluk ve merhamet esaslarına dayanmalıdır.

5. Toplumun
hayrına olanı sağlamak, aleyhine olanı yok etmek:
Çağımızda sosyal
ilişkiler faydacılık (menfâat) felsefesine dayanmaktadır. Ancak
faydalıyı zararlıdan ayıran ölçü akıl ve maddî hazdan ibarettir; bu
ölçüler de insanlığı sonunda bireycilik ve egoizm bataklığına
saplamıştır. Allah'ın yeryüzünde insan kullarına sunduğu tükenmez servet
ve nimetin dağılımındaki adâletsizlik ve bu yüzden çekilen acılar,
akıtılan kanlar yalnızca maddî haz ve menfâat ölçülerinin tabîî sonucu
olan egoizmin acı meyvalarıdır. İslâm dîni de talimâtında, emir ve
yasaklarında fayda-zarar prensibini (maslahat prensibini) esas almıştır.
Ancak onu, beşerî sistemlerden ayıran husus ilâhî irşâda (vahye)
dayanması, aklını ve haz duygusunu vahyin kontrolüne vermesidir. İslâm'a
göre de cemiyet ve hukuk nizâmının gâyesi şu beş değeri korumaktır:
"hayat, akıl, nesil, din ve mal". İslâm'da vahyin kontrolünde bulunan
akıl ve nefis bu beş değer arasında gerekli dengeyi kurmuş; daha da
önemlisi bu değerleri korumayı hayatın gâyesi değil, asıl maksada vesîle
ve hadim kılmıştır. Bütün bunlar kul ve Allah'ın halîfesi olabilmek
için gereklidir, her şey Allah'ındır, O'ndan gelmiştir ve O'na
dönecektir. Bu iman ve anlayış içinde menfâat prensibi, fertten insanlık
ailesine kadar genişleyen toplulukları ve halkları çerçevesi içine
almış, egoizm ve sömürü yerine âdil paylaşma ve dengeli faydalanma
esaslarının hâkim olması öngörülmüştür.
İlişkilerini işte bu
esasların yönlendirdiği İslâm toplumunun toplum-fert arası dengeye
yaklaşımını, "her şey insan için, insan da Allah içindir" şeklinde ifade
etmek mümkündür. Bu yaklaşım içinde toplumun gâyesi, ibâdet eğitimi
içinde ahlâk ve karakteri oluşmuş iyi fertler (Allah kulları,
halîfeleri) yetiştirmek, bunların oluşturduğu ve devam ettirdiği
toplumda haya temeline dayalı sosyal ahlâkı hâkim kılmak ve bu değerleri
kontrol eden bir efkâr-ı umumiyye meydana getirmektir. Bütün ibâdetler
birinci amaca, hayâ duygusunu korumaya yönelik emir ve tedbirler ikinci
hedefe, emr bi'l-ma'rûf, nehy ani'l-münker müessese ve uygulaması da
üçüncü gâyeye yönelik bulunmaktadır.

III. Hukuk Nizâmı
İslâm'a
veya genellikle dinlere karşı peşin hükümlü olanların Kur'ân Hukuku
hakkında düşünceleri özetle şöyledir: "Bir akıllı insanın, çevredeki
hukuklardan faydalanarak, içinde bulunduğu ilkel toplumu derleyip
düzenlemek, bir nizâma kavuşturmak için koyduğu kaideler ve çözümler
mecmuâsı olup bugün için eskimiş ve ölü hukuklar arasına girmiştir." Bu
kanâati yazılarında ve kitaplarında ileri süren bazı müsteşrikler ile
onların yerli uyduları, diğer konularda inandırıcı delil ve vesîka
aradıkları hâlde bu konuda yalnızca zan, tahmin, peşin hüküm ve
genelleme gibi zayıf ve yanıltıcı bilgi ve muhâkemelere
dayanmaktadırlar. Mezkûr yazarlar bunun yerine tarafsız ve ilmî mukayese
metodunu kullansalardı, varacakları sonuç İslâm hukukunun "orijinal ve
ilâhî bir hukuk" olduğundan ibâret bulunacaktı. Evet bu hukuk
orijinaldir ve ilâhîdir; çünkü onun ana kaynağını getiren Peygamber
(s.a.v.) bir ümmîdir, öğrenim görmemiştir ve bir hukuk öğrenecek kadar
da bunu bilenler ile beraber olmamıştır. Ayrıca dünden bugüne mevcut
İslâm hukukunun prensiplerini getirmiş ve uygulamış başka bir hukuk da
mevcut değildir; bu hükmümüzün delili, bir kısmına aşağıda temas
edeceğimiz İslâm hukûkunun benzersiz hüküm ve prensipleridir. Ondört
asırdır yaşayan, bugün dahi onu uygulayanlara hukuktan beklenileni
eksiksiz olarak veren bir sisteme uygun vasıf "mûcizedir"; yani Kur'ân
Hukuku, beşerin benzerini getiremeyeceği bir "mûcize hukuk"tur. İslâm
Hukûkunun değişmez nasslara dayalı kısmı eskimez niteliktedir; çünkü
insanlık hangi medenî noktaya varırsa varsın, insan değişmedikçe ve
başka bir şey olmadıkça ona uygun düşecek olan genel ve ebedî
prensipleri ihtivâ etmekte, teferruâta inmemektedir. Bu hukûkun
değişmeye ve gelişmeye açık kısmı ise yorum ve ictihadların ürünü olan
kısımdır. İctihada izin veren, onun kapısını, ebediyete kadar ehil
olanlara açan yine Kitab ve Sünnet olduğuna, ictihad bu iki kaynağın
ışığı altında cereyân edeceğine göre her yeni ve değişen hüküm, yine
İslâmî ve ilâhî vasfını koruyacak, aynı zamanda değişen toplum
ilişkilerine de uygun düşecektir.
İslâm Hukûku'nun temel
prensipleri, İslâm toplum düzeni ve ilişkilerine yön veren prensiplerden
ayrı ve farklı değildir; aynı prensipler hem toplum ilişkilerini
yönlendirmekte, hem de hukuk kaidelerine hâkim bulunmaktadır.
Esasen
hukuk, ictimâî bir müessesedir ve toplum düzeninin bir uzantısından
ibârettir. Genellikle toplum hukûku yapmakta, hukûka kaynak olmakta,
hukuk da toplumun ilişkilerinden bir kısmını (hukuk sâhasına ait
olanları) düzenleyip kaideleştirmekte, bu kaideleri adâlet gâyesine
yönelik olarak uygulamaktadır. Özellikle İslâm hukûkuna geldiğimizde bu
hukûku da düzenleyip kanunlaştıran ve uygulayan toplumdur; ancak İslâm
toplumu bunu yaparken birinci derecede vahye (Kitab ve Sünnet'e)
dayanmakta, örf, âdet, mesâlih gibi kaynakları da bu çerçeve içinde
kullanmaktadır.
Söz uzadığı için burada yapabileceğimiz iki husûs
vardır;
A- Kur'ân Hukûku'nun devamlı yaşama ve toplum bünyesine
uygun yeni hukuk kaideleri üretme kâbiliyeti taşıyan genel prensiplerine
örnekler vermek. B- Bu hukûku diğerlerinden ayıran önemli özelliklere
işaret etmek.
A- Kur'ân Hukûkunun Genel Prensipleri:
1. "Ey iman
edenler! Akitlere riâyet ediniz (akitlerin hükümlerini yerine
getiriniz)" (5/1). Bu âyet bir yandan akit hürriyeti prensibini
getirmekte, diğer yandan da akit-borç ilişkisine, akitlerin
bağlayıcılığına, buradan hareketle hukûkî istikrar ve güvene temel
teşkil etmektedir. "Akit serbestisi prensibini getirmektedir" dedik;
çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de ve Sünnet'te akitleri isim isim sayıp
sınırlayan, bunlardan başka akit yapılamaz diyen bir nass yoktur. Bu
âyet de insanların o zaman yapmakta oldukları ve Kur'ân prensiplerine
uygun düşen, daha sonra da yapacakları bütün akitlere meşrûiyet
tanımakta, bunlara riâyet edilmesini istemektedir.
2. "Allah
emânetleri sahiplerine ulaştırmanızı ve insanlar arasında hüküm
verdiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi kesin olarak emretmektedir."
(4/58)
3. "Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, âdil
şahitler olun, bir topluluğa karşı duyduğunuz kin sizi adâletten
ayırmasın, âdil olun, takvâya en yakışanı da budur...."(5/Cool
4. "Ey
iman edenler! Karşılıklı rızâya dayanan ticaret dışında mallarınızı
aranızda bâtıl (meşrû ve hukukî olmayan yoldan elde edip)
yemeyin."(4/29) Amme nizâmı, umûmî ahlâk ve âdâba aykırı olmamak üzere
borçlanma ve değerlerin el değiştirmesi karşılıklı rızâya dayanacaktır;
hukûka aykırı olan ve karşılıklı rızâya dayanmayan alacak ve kazançlar
meşrû değildir. Burada hukuk-ahlâk ilişkisi kurulmuş ve çağdaş hukûkun
simgesi olan "akit ve tasarrufların şekle değil, irâde ve rızâya bağlı
olması" prensibi getirilmiştir ve bu ondört asır önce getirilmiştir.
5.
"Reşid oluncaya kadar yetimin malına, en güzel usûl dışında
yaklaşmayın, sözünüzü yerine getirin, insan verdiği sözden sorumludur"
(17/34)
6. "Şahitliği gizlemeyin (bildiğiniz konuda doğru şahitlik
edin), şahitliği kim gizlerse onun kalbi günah işlemiştir." (2/283).
7.
"İçinizden adâlet sahiplerini (dürüst ve âdil olanları) şahit tutun."
(65/2)
8. "Onların (İslâm toplumunun) işi aralarında danışma ile
yürütülür." (42/38).
9. "(Ey Peygamber!) Sorumlu olduğun işte
onlarla danışma yap" (3/15) İstibdadı önleyen, toplumun yönetime
katılımını sağlayan, en iyi ve en uygunun bulunmasına zemin hazırlayan
iki âyet...
10. "Borçlu darda ise eli genişleyene kadar ona mühlet
vermelidir. (2/280)
İslâm'ı faizci, faydacı, sömürücü kapitalist
sistemden ayıran hüküm ve uygulamalardan bir örnek daha; "darda kalana
yeni bir yükleme yapmadan mühlet vermek ve kolaylık göstermek."
11.
"Darda kalana (başka çâresi olmayana), sınırı aşmamak, aşırı gitmemek
kaydıyla günah yoktur." (2/173)
Bir ârıza sebebiyle kanunun
uygulanmasının mümkün olmadığı, uygulamanın daha büyük zarar doğurduğu
durumlarda günaha ve isyâna sapmadan müslümanlara genişlikler getiren
âyet....
12. "Bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah'a ve
Rasûl'e (s.a.v.) götürün." (5/59)
Bu âyet de problemlerin çözümünde
iki ana kaynağa başvurulması, bunların sarâhat ve delâletinden
faydalanılması yolunu açmaktadır.
13. "İyilik ve takvâda
yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın." (5/2)
Fazîlet
toplumunun çerçeve kanunu.
Kur'ân-ı Kerîm, hukuk problemlerinin
çözümünde Allah Elçisine (s.a.v.) de başvurulmasını emretmekte, böylece
o'nun getirdiği çözümler ve ifade buyurduğu kaideler de Kur'ân Hukûku
içinde yer almaktadır. İşte bazı örnekler:
"İslâm'da ne doğrudan
zarar vermek, ne de misilleme olarak zarar vermek vardır."
Zarara
uğrayanın telâfi için başvuracağı yol mahkemedir, İslâm'ın adâletidir.
"Müslümanlar
şartlarına bağlıdırlar."
"Allah'ın kitabına (Kur'ân Hukûku'nun
genel prensiplerine) aykırı olan şartın hükmü yoktur."
"Kanlarınız,
mallarınız, canlarınız birbirinize haramdır, dokunulmazdır."
"Ümmetim
yanılması, unutması ve zorlaması sebebiyle yaptıklarından -günah ve
cezâ bakımından- sorumlu kılınmamıştır."
"Vârise vasiyet yoktur
(hükümsüzdür)."
"Katil, öldürdüğü kişiye vâris olamaz."
"Kefil
olan ödemekten sorumludur."
"Delil dâvâcıya, yemin dâvâlıya aittir."

"Prensiplerimize uymayan hüküm ve uygulama reddedilir."
"Kan
bağı sebebiyle evlenmesi haram olanlar süt bağı (emme ve emzirme)
sebebiyle de birbirine haram olurlar."
"Sarhoşluk veren her nesne
haramdır, alınması yasaktır."
"Menfâat sağlayan her kredi faizdir."

B. Kur'ân Hukûkunun Bazı Özellikleri:
1. Her hukuk, toplum ile
fert, fert ile diğer fertler arasındaki hak ve borç ilişkilerini
düzenlemek ister. Ancak beşerî hukuklar bunu yaparken toplumda yerleşmiş
değer hükümleri, âdetler ve uygulamalardan hareket ederler, bu sebeple
de bazen bu düzenlemeler ahlâka, yahut dîne aykırı olabilir. Meselâ
kumar, zînâ, faiz ile ilgili düzenlemeler böyledir. İslâm hukûku ise bu
düzenlemeleri yaparken ahlâk ve din esaslarını topluma değil, toplumu
bunlara uydurmayı, tâbî kılmayı hedef edinir. Bu sebeple belli zaman ve
zeminlerde âdet hâline gelse ve hoş görülse dahi hakların kötüye
kullanılmasını, rüşveti, kumarı, faizi, stokçuluğu, haksız kazancı,
sömürüyü, fahiş fiyatı... yasaklar ve bunları önleyen tedbirler getirir.

2. Diğer hukuk sistemleri çağlarının felsefesinden müteessir
olmuşlar, kimi zaman ferdi, kimi zaman toplumu merkez olarak almışlar,
bu ikisinden birinin menfâatine ağırlık verdiklerinde diğerini ihmâl
etmişlerdir. Kur'ân Hukûku daha başından itibaren fert ile devlet ve
toplum arasındaki dengeyi en âdil ve uygun biçimde kurmuştur; hem ferdi
topluma ezdirmemiş, hem de gerektiği ölçüde toplumun menfâatini gözetmiş
ve korumuştur.
3. Bugün hukuklar genellikle lâikleşmiş, dînin
hukûka etkisini engellemiş, hukuk-ahlâk ilişkisini de asgarîye
indirmişlerdir. İslâm Hukûku ise din ve ahlâk ile içiçedir; bu üç
müessese çözülmez bir örgü ve bozulmaz bir bütünlük içindedir. Bu
sebeple beşerî hukuklarda kanunu ihlâl eden kişinin vicdan ve imanında
bir rahatsızlık meydana gelmez; hatta bazı hâllerde bunu kitabına
uyduranlar için ihlâl ve yan çizme mârifet sayılır. Halbuki bir müslüman
kanunu ihlâl ettiği, kanun gereği olan bir hakkı îfâ etmediği zaman
hukuk yanında hem ahlâk bakımından kusurludur, hem de din bakımından
günah işlemiştir; bu üç müeyyide onu mutlaka rahatsız edecek ve itâata
sevkedecektir.
4. Beşerî hukuklarda suçların cezâsı dünyevîdir;
dünyada çekilir, yahut affa uğrar ve biter. İslâm Hukûku'nda suçların
bir dünyada, bir de âhirette cezâsı vardır. Bunların biri diğerini
engellemez, birinin affedilmesi diğerini düşürmez.
5. Beşerî
hukuklarda hak ve hukuka riâyet eden kişilerin yaptırımdan kurtulmak ve
iyi bir vatandaş olmaktan öte elde edecekleri mükâfat yoktur. İslâm
hukuk kaidelerinin nihâî olarak vâzıı Allah olduğu için buna itâat
edenler aynı zamanda Allah Teâlâ'ya kulluk (ibâdet) etmekte ve bu yüzden
sevap kazanmakta, en büyük emel olan Allah rızâsını elde etmektedirler.
Müslümanın imanına göre Allah rızâsını elde etmek demek ebedî mutluluğu
kazanmak demektir. Bu da hukuk düzeninin korunması bakımından önemli
bir teşvik unsurudur.
6. Diğer hukuk sistemlerinin asırlarca süren
mücadelelerden, isyan ve ihtilâllerden sonra tanıdığı birtakım hak ve
hürriyetleri Kur'ân Hukûku başından beri kabûl ve ilân etmiştir: Hukûkun
üstünlüğü, kanun karşısında eşitlik, suçun şahsîliği, ve kanunîliği,
akit hürriyeti, kadın hakları ve özellikle kadına şahsiyet ve mülkiyet
hakkı, saltanat ve istibdat yerine bey'at ve meşveret, din, vicdan, söz
ve düşünce hürriyetleri, mülkiyet, çalışma, seyâhat ve sosyal
güvenlikten yararlanma hakları bunlar arasındadır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://islami.webyardim.org
 
Kur'ân'ın Getirdiği Cemiyet ve Hukuk Nizâmı
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Hak ve Hukuk

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
İslami Bilgiler Paylaşım Sitesi :: Gençlik(Youth)-
Buraya geçin: