Kamu ve özel kısımlarıyla İslâm Hukûku fıkıh kitaplarında ele alınmış,
ayrıca kamu hukûkunu (esas teşkîlât, idâre ve cezâyı) ilgilendiren
konularda el-Ahkâmu's-sultâniyye, es-siyâsetü'ş-şer'iyye isimleriyle
kitaplar yazılmıştır. Fıkıh kitaplarında "hilâfet, saltanat, idâre,
şûrâ" gibi bir bölüme rastlamak mümkün değildir. Hilâfet ve saltanatla
ilgili bazı bilgiler ve hükümler cuma namazı, kazâ ve cezâ bölümlerine
serpiştirilmiş, dolaylı ve dolayısıyle açıklamalar yapılmıştır. İçine
fare düşen kuyuların temizlenmesi, kadının âdet görmesi gibi konulara
özel bölümler tahsis edildiği ve sayfalar ayırıldığı hâlde devlet ve
toplum hayatının temelini teşkil eden konularda âdeta sükûtun tercih
edilmiş olması tabîî değildir. Saltanat ve siyâsetle ilgili kitaplar da
hem sayı, hem de muhtevâ bakımlarından yetersizdir. Bu kitaplar,
Kur'ân-ı Kerîm'in, Sünnet'in ve Râşid Halîfeler devri uygulamalarının
lâfız ve rûhundan hareketle esas teşkîlat ve idâre konularında İslâm'ın
getirdiği ilkeleri ve hükümleri ortaya koyacak, tartışacak yerde, emr-i
vâkileri (saltanat ve istibdâdı) kitabına uydurmak ve meşrûlaştırmakla
meşgul olmuşlardır. Bu vâkıanın birçok sebebi arasında şunlar
belirleyici mahiyettedir:
1. Râşid Halifeler (ilk beş halife)
devrinin sonunda, beşinci halîfe Hz. Hasen hilâfeti Muâviye'nin
saltanatı lehine terkedince düşünce, ifade, seçme, seçilme hak ve
hürriyetleri, saltanat ve istibdâdın bir gereği olarak ortadan kalkmış,
baskı ve devlet terörü hâkim olmuştur. Seçilecek tek aday sultan
tarafından belirlenmiş, onun için peşin (sultan henüz hayatta iken)
bey'at alınmış, adaya itirâz edenlere, bir başkasına bey'at etmek
isteyenlere baskı ve işkence uygulanmış, hatta hayatlarına son
verilmiştir. Muâviye'nin başlattığı bu usûl ne yazıktır ki değişmeden ve
gittikçe katılaşıp donarak devam etmiş, böyle bir ortamda gerçek İslâm
kamu hukûkunu yazıp söylemek bir kahramanlık hâline gelmiştir. Zaman
zaman böyle kahramanlar çıkmış ise de sesleri bastırıldığı, sözleri
kitaplaşamadığı için genel gidişe tesirleri zayıf olmuştur. Büyük
hukukçu Serahsî, el-Mebsût isimli eserinin İkrâh (baskı, tehdit)
bölümünde İmam Muhammed'in, bu bölümü yazdığı ve dolaylı olarak baskı
altında gerçekleşen bey'atin hükümsüz olacağına işaret etmiş olacağı
için başına gelenleri anlatıyor. Eğer İmam, kitabı kuyuya atmasa ve
soruşturmada yalan söylemese imiş yaptığını hayatı ile ödeyecekmiş. Bu
şartlar altında mezkûr konuları yazıp tartışmaya kim cesaret edebilir?
Yazılanı kim yanında bulundurma, okuma ve okutma cesaretini
gösterebilir?
2. Genellikle yazılan, işlenen, tartışılan hukuk
yaşayan, uygulanan hukuktur. Yaşamayan, uygulanmayan hukuk ise -fikir ve
ifade hürriyeti bulunmak şartıyle- ancak hukuk tarihlerinde ve
mukayeseli hukukta belli ölçülerde bahse konu olur. Saltanat İslâm amme
hukûkunu ve özellikle de esas teşkîlât hukûkunu rafa kaldırdığı, bunun
yerine kendi hukûkunu (saltanat hukûkunu) ikâme ettiği için "varak-ı
mihr ü vefâyı kim okur kim dinler" fethvâsınca hilâfet, imâmet, şûrâ,
siyâsî haklar... ne okunmuş, ne yazılmış, ne de dinlenmiştir.
Bazı
hukuk tarihçileri İslâm amme hukûkunun ve özellikle esas teşkîlât
hukûkunun yeterince yazılıp işlenmemiş olmasından yanlış bir sonuç
çıkarmış, bunu "İslâm'da din ile devlet ve siyasetin ayrı olduğuna,
dînin siyasete karışmadığına" delil göstermişlerdir. Bu sonuç yanlıştır;
çünkü İslâm tarihi boyunca yönetimler hiçbir zaman dîni siyasetten
ayırmamış, yaptıklarını kitabına uydurarak, dînî meşrûiyet kisvesine
sokarak yapmış, saraylarında ve çevrelerinde besledikleri fıkıh
temsilcilerinden ısmarlama fetvâlar almışlardır. Dînin yöneticileri
serbest bıraktığı teşkîlât, teşrîfât ve düzenlemeler dışında, saltanat
ve şahsî menfâatlerine dokunmadıkça şerîati uygulamış, saltanat ve
siyasetlerine ters düşen noktalarda ise ya tevîl, yahut da Hâlik'a isyan
yolunu seçmişler, şiddetli baskı ve terör ile muhalefete nefes
aldırmamışlardır.
3. O çağlarda hemen bütün dünyada hüküm süren
saltanat ve istibdâd İslâm ümmetini de etkilemiş, İslâm'ın getirdiği
siyasî inkılâbın gün ışığına çıkmasını engellemiştir.