Kavunun Tadı
06/09/2007
Tahir TANER
Çocukken haftlar bana asırdı;
Derken saat oldu,derken saniye…
İlk düşünce, beni yokluk ısırdı;
Sonum yokluk olsa bu varlık niye?
N. F. Kısakürek
Felsefe öğretmeniydi, bekârdı. 35- 40 yaşlarındaydı fakat, yaşından fazlaca gösteren yorgun bir simaya sahipti. Daha beş-on gün öncesine kadar bohem bir hayatın serseri caddelerini adımlayarak yaşarken, şimdi ciddi bir meseleyle karşı karşıyaydı. Bir iki cümle ve bir dörtlük günlerdir beynini kemiriyor, kemiriyordu
Ne diyordu arkadaşının verdiği kitapta?
Son okuduğu hikâye kitabının ucundan kıvırdığı yetmiş üçüncü sayfasını tekrar açtı. Ateist bir dostuyla içki sofrasında bulunan hikâyenin kahramanı Enginin sorusu, beynine bir zıpkın gibi işlemiş, can havliyle günlerdir kıvranıyordu.
Paragrafı bir daha okudu:
—Peki, size bir şey sormak istiyorum.
—Buyurun!
—Haram ne demek?
Kör kuyuya taş atmıştı. Adamın yüzü aniden duvar. Şeytan gözlerinde şimşekler çaktırıyor. Bütün zihni enerjisini bu düzenlenmiş ortamda, kendi düzenlediği ilave mizansenle gerçekleşecek sandığı oyuna bir zarar gelmemesi için sarfediyor. Sesinde bir mütereddit ton bulunmamasına özellikle dikkat ediyor:
—Ben ateistim Engin Bey.
Acaba bu cevap “uygun” düştü mü diye duyulan tedirginlik.
—Peki, insan ateist olunca kavunun tadı değişiyor mu?
Sükût.
Bir de kitabı hediye eden arkadaşının not olarak düştüğü çok küçük harflerle yazılmış bir dörtlük vardı paragraf boşluğunda. İlk okuduğunda zor sökmüştü bu küçük el yazısını; fakat şimdi ezberindeydi, bu müthiş mısralar:
“Çocukken haftalar bana asırdı;
Derken saat oldu derken saniye...
İlk düşünce, beni yolduk ısırdı;
Sonum yoktuk olsa bu varlık niye?,”
Bir de N. F. K. kısaltması vardı dörtlüğün altında; sonradan öğrenmişti “mistik” şair Necip Fazıl’a ait olduğunu bu dörtlüğün. İşte bu paragraf ve bu dörtlük kaç gündür huzurunu kaçırmıştı... İnanca ait meselelerde nice tartışmalara girmiş, kendince nice cahil ve kültürlü dindara “Allah yoktur” demişti, rahatlıkla. En zor sorulardan bile kendince sıyrılmış, öğrencilerine yıllarca, “kâinatın işleyen nizâmı evrimin eseridir” diye fisıldamıştı.
Bir defasında, evet bir defasında çok sıkışmıştı bir soru karşısında ve epeyce düşündükten sonra, zar zor kendisini toparlayıp cevaplamıştı, soruyu. Askerden dönüşte uğradığı amcasının evinde heyecanla kendisine dini meseleleri anlatmaya çalışan yeğenine büyüklerinin yanında bir şey diyememiş, gelecek tepkiyi düşünerek susmuştu, gün boyunca. Ne de olsa beyni yıkanmış bir çocuktu ve müsait bir ortamda bir iki soruyla allak bullak edecekti onun inanç dünyasını. Gece aynı odada yattıkları amcaoğluna zehir zemberek sorularını soruyor, inanca ait bilgileri ter ü taze bu gencin aydınlık dünyasını karartmak istiyordu. En sonunda şu soruyu sordu çocuk yaştaki parlak zekâ:
—Sana göre her şeyi madde yarattı ve madde kendiliğinden var, yani ezelî. Peki, ezelî bir varlığı kabul ederken, akılsız şuursuz maddeyi mi ilâh kabul etmek mantıklı, yoksa sonsuz ilmi olan ve bu ilimle her şeyi düzenle yaratan bir Yaratıcı’yı mı? Nasıl olsa bir ezelî güç var hangisi mantıklı?
İşte bu soru şamar gibi yüzüne inmiş, yıllardır savunduğu fikirleri altüst olmuş, kulaklarına kadar kızarmıştı. Yatağın baş ucundaki kül tablasından sigarasını aldı, derin nefes çekti. Nefesini tutarken düşünüyor kat, verecek bir cevap bulamıyordu. Nihayet dumanı ağır ağır üfledi ve bir iki kısa nefesten sonra:
“Bilim dini reddeder.Din bilimle bağdaşmaz. Onun için de bütün inançlar bilim dışıdır” gibi bir cevapla sorudan kaçarak kendi düşüncesini savunmaya çalıştı. Fakat nafile.. O gün ilk defa fikir tartışmalarının birinden mağlûp çıkıyordu. Çocukcağız bunu hissetmiş miydi bilmiyordu; fakat bu soru düşüncelerini alt üst etmiş ve huzursuz yapmıştı onu. Birkaç saat yatakta döndü, durdu. “Neyse, en sonunda alt tarafı bir çocuk, onun fikirlerine uyacak değilim ya!” dedi içinden ve uyudu.
İşte şimdi aradan yıllar geçmiş; buna benzer birçok tartışmadan kendince başarıyla sıyrılmıştı. Evlenmemişti, çoluğu çocuğu yoktu. Eli ayağı tutuyor, o bekâr evi senin, bu bekâr evi benim yaşayıp gidiyordu işte. Sıkıntı zamanlarında da en büyük dostu içki şişeleriydi.
Bir tartışmadan sonra edebiyat öğretmeni arkadaşının verip, okumasını rica ettiği bu “mistik” kitaptaki bu birkaç satırdan daha etkili sorularla da karşılaşmıştı; fakat bu soru onun dünyasına bir bomba gibi düşmüş, içki masalarındaki huzurunu kaçırmıştı. Artık içki sofralarındaki mezelerin tadı kalmamış, kavunun tadı bozulmuş, sürekli o manzum cümle ve dörtlüklerle meşguldü. Her içki sofrasında ateist olunca hayatın gerçeklerinin değişmediğini, ölümü ve ölüm ötesini düşünüyor, Necip Fazıl’ın mısralarıyla kendisini sorguluyor
-“Sonum yokluk olsa bu varlık niye?” diyordu şairler sultanı.
“Yokluksa varlığımın akıbeti, bu hayat ne kadar anlamsız bir uğraş” diyordu, içinden. İnsan gibi mükemmel bir canlı; ona göre düşünen, üreten, yaratan! Bu müthiş varlık nasıl olur da, varlık güneşinden sonra yokluk karanlıklarında kaybolurdu? Bu ne anlamsız bir sondu... Ne demişti yeğeni: “Ezelî olan şuursuz akılsız maddeyi kabul ediyorsun da, ezelî olan Allah’ı (cc) niçin kabul etmiyorsun?” Bu defa sigarasını rahatça çekiyordu gecenin bu karanlığında, bu bekâr odasında; yalnızdı ve sorularına kendisi cevap vermek zorundaydı. Utanacağı bir çocuk da yoktu karşısında ve düşünüyor, düşünüyordu. Varlıktaki bu ahenk ve nizam nasıl tesadüflerin eseri olabilirdi! Hayatın sonrasında ne vardı? Mezar yokluğun kapısı mı, sonsuzluğun bekleme salonu muydu? Buca yıldır savsakladığı bu sorular çilingir sofralarının da tadını kaçırmıştı. “Doğru, ateist olunca kavunun tadı değişmiyor” dedi, içinden. Gözleri arkadaşının yeni hediye ettiği kitaptaki “O. Seyfi Orhon” imzalı mısralara takıldı:
Buluşmak hayat denen sebepsiz savaş için,
Yaşamak en sonunda dikilen bir taş için..
Bütün ızdırapların işte korkuncu bu!
Bir avuç toprak olmak düşünen bir baş için.
Bizi ister bir toz yap savur mahşer yerinde;
İster sürü çöp gibi tufanların yelinde.
Sonunda bir varlığa ulaştır da Allah’ım,
Bırakma tabiatın merhametsiz elinde!
mısralarını bir daha, bir daha okudu ve gözlerinden süzülen yaşlarla birlikte kitabı kapatırken “VARSIN, BİRSİN” cümlesi dök dudaklarından, bekâr odasında. İnsan, cehennem bile olsa, yokluğa razı olamıyor, ne olursa olsun ebed istiyordu…